Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz’a Soruşturma Açılması Hk. Açıklama
Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz hakkında ‘Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma’ suçundan soruşturma başlatılmış.
Hukuk devleti iddiasının içinin nasıl boşaltıldığına ve kanunların iktidar gücü ile nasıl sopa olarak kullanıldığına dair açık bir örnek. Artık bu gibi saçmalıklar Türkiye’nin sıradan trajikomik gerçekliği.
Bu kanunun otoriter yönetim anlayışını desteklemek, demokratik tepki kültürünü bastırmak ve iktidarın kötülüklerine itiraz edenleri korkutmak ve kişileri otosansüre mahkûm etmek için sopa olarak kullanılacağı aşikardı. Kanunilik şartlarını taşımaması ve temel hakları ciddi manada kısıtlaması sebebiyle Anayasa’ya da açıkça aykırı olmasına rağmen meclisten geçirildi.
Anayasa Mahkemesi tarafından yapılan incelemede, kanun maddesindeki tüm unsurlar tek tek irdelenmiş; suçun ancak bu şartlarda oluşacağı belirtildikten sonra “bazı uygulama sorunlarının ortaya çıkabileceği” kabul edilmişti. 6 üye ise, madde metnindeki kavramların belirsizliğinin keyfi uygulamalara kapı araladığına yönelik kapsamlı değerlendirmelerle söz konusu düzenlemenin iptali yönünde hukuk devleti manifestosu niteliğinde karşı oy yazısı yazmıştı.
Bugünlerde, tam da bu belirsiz ifadelerin “ekmeğini yer” şekilde hareket ediliyor, açık bir keyfilik düzeni sürdürülüyor. Çünkü suçun maddi ve manevi unsurları denilen eylemler tamamen gözardı edilerek soruşturma ve kovuşturmalar açılıyor ve devam ettiriliyor.
Bir kişinin böylesi bir suçu işlemesi için öncelikle sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratma amacı ile hareket etmesi gerekir. Çünkü bu suçun eylemleri, kişilerin bireysel kanaatlerini açıklama veya haber verme haklarına tecavüz tehlikesi taşımamalıdır. Ancak yapılan soruşturmalarda saik/amaç hiç dikkate alınmıyor. Bu gibi siyasi motivasyonlu ceza davalarında suçun manevi unsurları ile ilgili son yıllarda tespit dahi yapılmıyor. Çok vahim ama kime anlatacaksınız…
Aynı zamanda müsnet suç kapsamında, fiilin, kamu barışını bozmaya elverişli olması aranarak, bu suçun somut tehlike suçu olduğu vurgulanmıştır. Yani kişilerin eylemleri sonrası kamu barışının bozulabilme ihtimali söz konusu olmalıdır. Bu duruma göre aslında ilgili suçtan soruşturma yapmak kolay olmasa da keyfi olarak kullanılan bir madde şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Dezenformasyon olarak ileri sürülen suçun konusu da ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgi olarak ifade edilmiş ise de sınırları tam çizilememiş, geniş bir şekilde düzenlenmiş kanunilik ilkesine açıkça aykırı olan hususlardır. Bu bilginin gerçeğe aykırı olma özelliğinin tespiti de aynı şekilde oldukça zor olup kime göre ve neye göre gerçeğe aykırı olacağı da tartışmalı ve tespiti zor düzenlemelerdir. Yani tam da siyasi maksatlara hizmet eden bir kanuni düzenlemedir.
Bu kapsamda Sn. Fatih Altaylı’ya ve İsmail Saymaz’a yönelik olarak yapılan soruşturmanın yukarıda ifade edilen hukuki düzenleme kapsamında olmadığı açık olup bu soruşturmanın hukukla ne kadar alakasız olduğunu, bununla birlikte normal bir hukuk devleti olsaydık Hakimler ve Savcılar Kurulunun da bizatihi bu soruşturmayı açan savcı hakkında neden soruşturma başlatması gerektiğini de bu şekilde izah edeyim.
Ancak hukuk devleti artık iyice koptuğumuz, ne olduğu neredeyse unutulan bir hayal uzaklığında.
Geri Çekilen Etki Ajanlığı Olarak Bilinen Kanun Teklifi Hk. Açıklama
Son anda geri çekilen Etki Ajanlığı olarak bilinen kanun teklifi neden büyük bir tehlikeydi?
Tüm ikazlarımıza rağmen komisyondan geçmiş olan kanun teklifinin genel kuruldan geri çekilmiş olması ciddi bir tehlikenin şimdilik bertaraf edilmesidir.
Kanun teklifine göre “devletin güvenliği veya iç ya da dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler” için 3 yıldan başlayarak bazı şartlarla birlikte 24 yıla kadar hapis cezası öngörülmekteydi.
Şimdi birlikte düşünelim;
Bir haberin, bir yorumun, bir sözün, bir fotoğrafın, bir sosyal medya paylaşımının, bir gösteri veya yürüyüşün, bir dernek kurmanın, bir toplantı yapmanın ‘’devletin iç ya da dış siyasal yararları aleyhine olup olmadığını kim, nasıl, hangi kriterlere göre belirleyecekti?
Devletin siyasal yararını belirleyen kimdir?
Sana göre devletin siyasal yararı odur, bana göre budur!
Ceza mahkemesi heyeti devletin siyasal yararlarını belirleme mercii olabilir mi?
Tüm Türkiye toplanıp devletin siyasal yararı budur dese ve bir kişi de hayır şudur dese devletin siyasal yararı o bir kişinin söylediği değil de büyük çoğunluğun söylediğidir diyebilir miyiz?
Teşbihte hata olmaz; Nazi Almanyası’nda devletin siyasal yararı Nasyonel Sosyalizme destek olmaktı ama kalabalıkların içinde Nazi selamı vermeyi reddeden bir adam, değil Almanya’nın belki de tüm dünyanın ‘’siyasi yararı’’ açısından haklı çıktı!
O meşhur fotoğrafı hatırlayın lütfen…
Nicolae Ceauşescu’ya yüzbinlerin arasında bir kişinin ‘Yeter Artık’ diye haykırışını hatırlayın!
Bu örnekte devletin yararını kim temsil ediyordu?
Kalabalıklar karşısında bir kişi çıkıp yanlış yapıyorsunuz diye haykırdığında devletin/toplumun yararını kalabalıklar temsil ediyor diye kesin bir hüküm kurabilir miyiz?
Otoriter rejimler niyet okumayı çok severler, tarih boyunca da niyet okuyarak işlemedikleri suç, yapmadıkları kötülük yoktur! Bu kanuna bilinçsizce destek veren arkadaşlar dahil, herkesi tehdit edebilecek böyle bir rejimde yaşamak isterler miydi?
Devletin sözde yararını böyle kesin tabi olunması gereken buyruk olarak kabul edersek bunun nasıl bir istismara, nasıl bir totaliter rejime ve düşman hukuku uygulamalarına yol açabileceğini anlıyor muyuz?
Maalesef birçok milletvekili ‘bürokratların bildiği vardır’ diye bu maddeyi komisyondan geçirdi.
En ufak bir siyasi eyleminizin hatta en basit bir sözünüzün dahi yabancı bir devletin ya da organizasyonun çıkarları doğrultusunda olup olmadığına kim karar verecekti?
Dikkat edin lütfen, kanun teklifinde sadece yabancı bir devletin değil yabancı bir organizasyonun çıkarından bahsediyor.
Kim biliyor yabancı bir devletin ya da organizasyonun stratejik çıkarlarının ne olduğunu?
Gelip mahkemede ‘evet bu bizim stratejik çıkarımızaydı’ diye ifade mi vereceklerdi? Yoksa mahkemelerin yine bildik tarzda bürokratların notlarına göre karar vermesi mi hesap edilmişti?
Yabancı organizasyonun stratejik çıkarı ne demek?
Bu kadar akıl dışı bir kanun teklifi; bu kadar zırvayla, saçmalıklarla dolu bir yasal düzenlemeyi yakın tarihimiz görmemiştir herhalde diyeceğim ama o kadar saçmalık yaşadım ki iddialı olamıyorum.
Bu düzenleme baştan sonra kanunilik ilkesine aykırıydı.
Ceza hukukunun temel ilkesi olan suçta ve cezada kanunilik ilkesi hangi eylemler için hangi cezaların öngörüldüğü ve bu hususların net bir şekilde ceza yasalarında düzenlenmesi gerektiğini ifade eden bir ilkedir.
Söz konusu etki ajanlığı düzenlemesi temel olarak bu ilkeye aykırıydı.
Çünkü yapılan düzenleme tamamen soyut ve sınırı belli olmayan kavramlardan oluşmaktaydı.
Somut suç fillinin ne olduğu belli değildi.
Suç için kullanılan kavramların sınırları çizilememekteydi.
Suçun unsurları müphem ve muğlak ifadelerle düzenlenmekteydi.
Evrensel hukuk ilkelerine, Anayasa’ya ve Ceza Hukukun en temel kurallarına açıkça aykırı bir kanun teklifi maalesef TBMM tarafından nerdeyse kabul edilecekti.
Bu kanun teklifine destek verenler sadece bugünü düşünerek değil yarınları da düşünerek şu soruyu kendilerine sormaları yeterli;
Hangisi devletin siyasi yararı, hangisi iktidardaki siyasi partinin yararı ayrımını kim yapacaktı? İktidarın her sözünü emir telakki eden yargı mı?
Bugün sizin sözünüzün emir telakki edildiği bir yargı pratiği karşısında yarın da başkasının sözünün emir telakki edilebileceğini nasıl unutursunuz?
Bugün siz ilelebet iktidarda kalacakmış gibi hareket ediyorsunuz ama tarih boyunca sizden nice iktidar sahibi aynı duygulara sahip değil miydi?
Yarın da sizin gibi düşünenlerin iktidara gelmeyeceğinin garantisi var mı?
O zaman adalet diye haykırmayacak mısınız?
Peki neden bu kötülükleri yaparsınız? Neden tarihten ders almazsınız?
Neden bu güç sarhoşluğu ile yüzleşmezsiniz?
Hep birlikte bu kısır döngüyü kırmak, bu nöbetleşe zorbalığa son vermek zorunda değil miyiz?
Gündemdeki Gelişmeler Hk. Basın Toplantısı
Çok Değerli Basın Mensupları,
Ekranları başında bizleri izleyen Değerli Vatandaşlarımız,
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Hepinizin malumu olduğu üzere son bir iki haftadır baş döndürücü olaylarla karşı karşıyayız.
İktidar adeta kontrolü kaybetmiş bir halde ortağı ile birlikte on parmak değil, yirmi parmak tüm tuşlara basıyor.
Temelden yoksun sloganlardan ibaret, sorunların özü ile yüzleşmeden ezberlerini tekrar ediyorlar, sonucun farklı olmasını bekliyorlar.
Bir tarafta Sayın Cumhurbaşkanı’nın desteği ile iktidar ortağı Sayın Devlet Bahçeli terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ı meclise davet edip umut hakkından bahsediyor, diğer tarafta hukuki bir dayanağı olmaksızın geçen hafta Esenyurt Belediye Başkanı terör örgütü üyeliği ile suçlanıp cezaevine gönderildiği gibi yerine bir kayyum atanıyor.
Bir hafta önce Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ile meclis başkan vekili Bekir Bozdağ Mardin Belediye Başkanı Sayın Ahmet Türk’ün barış elçisi olarak desteğine başvuruyorlar, bu hafta Ahmet Türk’ü terörist olarak görmemizi istiyorlar, yerine kayyum atıyorlar.
İktidarın hukuk devletini hiçe sayan uygulamaları yine son sürat ülkenin her yerinde kendini gösteriyor.
Anayasayı yok saymaları, Anayasa Mahkemesi kararlarını reddetmeleri, kanunları ezip geçmeleri öyle bir hal aldı ki sanki ülkeyi güvenlikten ve huzurdan daha yoksun hale getirmek için canhıraş bir biçimde çabalıyorlar.
Bir taraftan dünya beşten büyüktür diyerek Birleşmiş Milletler kürsüsünde dünyayı adalete çağırıyorlar, diğer taraftan ülke içinde aynı çağrıyı yapan herkese her türlü kötülüğü yapıyorlar.
İsrail terörüne karşı dünyayı harekete geçmeye çağırıyorlar ancak ülkemizde İsrail terörünü lanetleyip, iktidarı dürüst olmaya ve İsrail ile tüm ticareti sonlandırmaya çağıran gençleri terörist ilan ediyorlar.
Toplumu hukuki güvenlikten yoksun, yarınlardan yoksun, ümitten yoksun bir psikolojiye sokmak için yapılabilecek ne varsa yapıyorlar.
Aziz Vatandaşlarım,
Bakın Demokrasi Endeksinde dünya sıralamasında 102. sıradayız, Basın Özgürlüğü Endeksinde 165. sıradayız, Hukuk Devleti Endeksinde 117. sıradayız, Yolsuzluk Endeksinde 115. sıradayız, Ekonomik Özgürlük Endeksinde 102. sıradayız, ama Sefalet Endeksinde dünyada ilk 10’dayız, Organize Suç Örgütler, Endeksinde Avrupa’da 1., Dünya’da 12. sıradayız.
Yani anlayacağınız iyi işlerde hep sondayız, kötü işlerde en başlardayız.
Geçen hafta yayınlanan Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun 2024 Türkiye raporunda tekraren ‘Yargının bağımsızlığı da dâhil olmak üzere, temel haklar ve hukukun üstünlüğü alanlarında ciddi endişeler devam etmektedir.’ denilmektedir.
Millet olarak bu kötülükleri yaşayan bizler yorulduk, bu raporları yazanlar yoruldu ama iktidar yorulmadı. Bıkmadan usanmadan Türkiye’nin itibarını zedelemeyi, ülkemizin devasa imkanlarını engellemeyi ve milletimizin hak ettiği refahı ve özgürlükleri kısıtlamayı tam gaz sürdürüyor.
Değerli Basın Mensupları,
Bizdeki temel sorun yasaların eksikliği değil, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı askıya alınmış olduğu için başta Anayasa olmak üzere yasaların uygulanmaması ve hatta iktidarın keyfi doğrultusunda kötüye kullanılması.
Mesela terörle ilgili mevzuatı yargıyı da araçsallaştırarak istedikleri gibi eğip bükerek iltisak ve irtibat gibi istediğiniz yere çekebileceğiniz lastik gibi belirsiz/sınırsız kavramlarla, hatta çoğu zaman izahata bile ihtiyaç duymadan, tenezzül etmeden gelen geçeni terörist ilan edebiliyorlar.
Böyle korkunç adaletsizlikleri sisteme dönüştürdükleri için de toplumda hukuka ve dolayısıyla devlete güveni de gün geçtikçe daha fazla zedeliyorlar.
Bu sorumsuz davranışlarının Türkiye’ye nasıl ağır bir fatura çıkardığını da umursamıyorlar.
Yeter ki iktidarlarını sürdürebilsinler. Bunun için her türlü kötülüğü meşru görebiliyorlar.
Otoriter yönetimlerini sağlamlaştırmak için Anayasa’ya aykırı kanunlarla gazetecileri susturuyorlar veya otosansüre mahkûm ediyorlar. Susmayanları cezalandırıyorlar.
İki yıl önce Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma Suçu diye bir kanun ihdas ettiler. Bu kanunu sivil toplumu, gazetecileri ve avukatları susturmak için kullanıyorlar. Hafta sonu bir avukat için bu kanunu yine kullandılar ve normal bir hukuk devletinde trajikomik bir örnek olarak okutulacak biçimde Adli Kontrol Hükümlerini de araçsallaştırarak ev hapsine mahkum ettiler.
Şimdi de bugün meclis genel kurulda görüşülmeye başlanacak ‘9. Yargı Paketi’ adı altında ‘Noterlik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifinde’ Türk Ceza Kanunu’na 339 A madde olarak ‘Devletin Güvenliği ve Siyasal Yararları Aleyhine Suç İşleme’ diye yeni bir suç ekliyorlar.
Kamuoyunda yaygın olarak ‘Etki Ajanlığı’ diye aslında doğru tanımlanan, otoriter rejimlerde baskı unsuru olarak kullanılan yeni bir suç tipi.
Bu kanun teklifi geçen yasama döneminde taslak olarak hazırdı aslında. Ülkemizde artık araştırma yapmanın ve bilimsel çalışmanın da nerdeyse imkânsız kılınacağına dair haklı tepkiler nedeniyle geri çektiler ve biraz değiştirerek yeniden getirdiler.
Önceki taslak maddenin başlığı ‘Diğer Faaliyetler’di. Aslında ucu açık, belirsiz, temel kanunilik ilkesine aykırı maddeyi gayet yerinde tanımlıyordu. Şimdi o başlığı değiştirmişler ama içerik yine çok belirsiz ve kanunilik ilkesinin şartlarını taşımıyor.
Yine eski taslakta araştırma yapan ve yaptıranlar suça konu edilebilecek şekilde maddeye alınmıştı, onu çıkarmışlar. Yeni düzenleme ile ‘Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenlerin’ cezalandırılması öngörülmüş.
“Devletin güvenliği” kavramı, her ne kadar gerekçede Devletin varlığı gibi ciddi bir ifade ile ilişkilendirilmiş olsa dahi, uygulamada çok geniş yorumlanacaktır. Devletin iç ve dış siyasal yararları o kadar sınırsız ve belirsiz ki asıl vahim olan her türlü istismara açık olacaktır.
Yaptıkları yapacaklarının teminatı olduğu için bol bol istismar edecekler.
Yine yabancı bir devletin veya organizasyonunun stratejik çıkarları Cumhuriyet Savcıları veya mahkemeler tarafından nasıl belirlenebilecek? Zaten gerekçede de bu kavramlara açıklık kazandırılmamış.
Düşünün, kişi hem halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma veya Cumhurbaşkanına hakaretten yargılanacak ve aynı zamanda bu maddeden casus gibi en az 3 yıldan 24 yıla kadar hapisle cezalandırılacak. Yani iki kere cezalandıracaklar.
Bu kanun, hükümete meşru insan hakları örgütlerini, gazetecileri ve sivil toplumu casus ve devlet düşmanı olarak yaftalama, itibarsızlaştırma ve kriminalize etme yetkisi verecek.
Kanunun öngörülebilirliği yok ama biz bu kanun sebebiyle şimdiden temel haklara yönelik çok ağır ihlalleri öngörebiliriz. Kanun çok belirsiz olmakla birlikte nasıl kullanılacağı gayet belirli.
Benzer yasalar Rusya’da ve Gürcistan’da da var. Çok ağır insan hakları ihlallerine sebebiyet vermektedir. Bu ihlaller sebebiyle daha yakın zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Rusya’dan gelen 106 başvurucu için maddi tazminat dışında 610 bin Avro manevi tazminata hükmetmiştir.
Bu sebeple açıkça Anayasa’ya aykırı olan ve ancak baskıcı otoriter rejimlerin başvurduğu bu kanun teklifi geri çekilmeli, bir daha gündeme dahi getirilmemelidir.
Gerçekten devletin güvenliğini tehdit konusunda TCK’da bir boşluk var ise iktidar muhalefet ile uzlaşı içinde bir teklifi meclise sunmalıdır.
Değerli Vatandaşlarım,
Kıymetli basın mensupları,
Takip ettiğiniz gibi yine Kayyum sezonu biraz gecikmeyle de olsa başlamış gözüküyor.
Aslında şaşırtıcı olan gecikmesi, sezonun gelmesi değil.
Dün sabah Mardin, Batman ve Halfeti Belediye Başkanlarının görevden alınması, geçen hafta da İstanbul’un Esenyurt ilçesinin belediye başkanının görevden alınıp yerine kayyum atanması ile birlikte iktidar bildik ezberlerine dönmüş oldu.
Geçmişte Güneydoğu illerinde aynısını yapmıştı, bütün o belediyeleri yine aynı siyasi hareket, yani bu kez DEM adını taşıyan parti kazandı. DEM Partili başkanların tamamı görevlerini kayyımlardan devraldı.
DEM Parti’nin görevden uzaklaştırılan üç belediye başkanı aleyhine açılmış soruşturma dosyaları varmış zaten. Geçmişten sürdürülen ve aslında hukukla izah edilmesi çok zor bu usulle iktidar aynı zamanda halkın iradesini de yok saymaktadır.
Tabi sorulması gereken çok soru var ama en başta madem bu kişiler terörle ilişkiliydi, neden yerel seçimin üzerine 7 ay beklendi?
Açtır bir soruşturma, onu bahane ederek al görevden. Daha kolayı yok. Böylece milletin egemenliğini de gasp et ve her seferinde aynı netice ile karşılaş ama ders çıkarma!
Bu zihniyet demokrasiye de en büyük darbeyi vuruyor çünkü zaten kısıtlı olan demokratik katılım yöntemlerinden seçimi ve milletin tercih egemenlik hakkını da adeta alaya alıyor.
Gerçekten tahammülü zor bir zorbalık.
Özellikle Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer dosyasını okuduğum için biliyorum, tam bir rezalet.
En önemli delil bir taziye telefonu. Ölen ve telefon açılan kişiler hakkında PKK suçlaması da yok.
Savcılığa göre bu taziye telefonu “Ahmet Özer’in terör örgütüyle bağını gösterir en önemli telefon görüşmesi”.
Aynen böyle yazıyor.
Herhalde savcı farkında değil. Benzer taziye telefonu delilleriyle Türkiye’de milyonlarca insanı PKK üyeliğinden tutuklamak mümkün. Bu anlayışa göre bir Kürt tanıdığınıza taziye telefonu açmadan önce aile üyelerinin adli sicil kaydını talep etmeniz gerek.
Etmediniz ve insani bir görev yerine getirdiniz, iltisak ve irtibattan terörist olarak soruşturmaya tabi tutulabilirsiniz. Bu tablo aynı zamanda çok vahim toplumsal barışımıza kasteden bir bakış açısı.
Peki madem bu kadar kolay, o zaman KCK yöneticiliğinden hapis yatmış olan DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan’a Meclis’te taziye dileyen MHP lideri Devlet Bahçeli hakkında da işlem yapın da görelim sizin samimiyetinizi. Bütünlük arıyorsanız Öcalan’a davetini de alın dosyaya.
Ahmet Özer ve diğer kayyum uygulamaları esas alınacak olursa önümüzdeki haftalarda DEM Partili bütün belediye başkanlarını tutuklayıp yerlerine kayyım atama ihtimali yabana atılamaz maalesef
Her alanda aynı adaletten ve hukuktan nasipsiz anlayışla karşılaşıyoruz.
Değerli Basın mensupları,
Geçen hafta Yeni Asya Genel Yayın Yönetmeni Kazım Güleçyüz tutuklandı. Kazım Bey Fethullah Gülen’in ölümü üzerine yayınlamış olduğu Twitter mesajı nedeniyle ‘terör örgütü propagandası’ suçundan dolayı cezaevine konuldu.
Bu da tamamen keyfi bir uygulama. Kanuni dayanağı yok. Açıkça söylemek gerekirse suçla mücadele etmesi gerekenler bu örnekte de aslında suç işliyor!
Kazım Bey’in mesajında geçen ifadeler müsnet suçun oluşmasına dayanak olabilecek nitelikte değildir. Doğrusu şahsen Fethullah Gülen ile ilgili sadece darbe teşebbüsü ve o esnada katledilen vatandaşlarımız bağlamında değil, daha öncesinde de devlet içinde hukuk dışı paralel yapılanma ve mahrem yapının işlediği suçların baş sorumlusu olması, ayrıca yüzbinlerce insanın ağır hukuksuzluklara maruz kalmasına vesile olanların başında gelmesi sebebiyle aklıma en ufak bir olumlu düşünce gelmez. Ancak hukuk bizim beğenip veya beğenmediğimiz veya kamuoyunun rahatsız olduğu veya olmadığı söylem ve eylem biçimlerine göre araçsallaştırılamaz.
Aksi takdirde hukuk toplumda herkesi devamlı tehdit eden bir sopaya dönüşür. Maalesef bu durumu ülkemizde yıllardır yaşıyoruz.
Söz konusu olayda ilgili suçun oluşması için örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da teşvik edecek şekilde propagandasının yapılması gerekir.
Oysaki bu unsurların hiçbirisinin mesajda olmadığı açıkça görülmektedir. Bu sebeple tutuklama şartlarının oluşmadığı açıktır.
Çünkü bir kişinin tutuklanması için kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması şarttır.
Kazım Bey olayında da hukuku ve yargıyı araçsallaştırarak sopa olarak kullananları ve adli kontrol tedbirlerini ceza olarak uygulayanları kınıyor, derhal serbest bırakılması gerektiğini vurguluyorum.
Sayın Kazım Güleçyüz’e ve Yeni Asya camiasına geçmiş olsun diyorum.
Değerli Basın Mensupları,
Aynı anlayışı iktidar tam 7 yıldır cezaevinde tutulan Osman Kavala’ya uyguluyor.
Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku hala Gezi olayları bağlamında tutuklu.
Özellikle isimlerini belirtiyorum çünkü toplum olarak bu insanlara özgürlüklerini borçluyuz. Bu insanlar suçsuz.
En fazla ceza alan Kavala’nın dosyasını inceleyip ortada bir suç olmadığını tespit etmek için hukukçu olmak bile gerekmez. Osman Kavala sözde hükümeti devirmeye çalışmış ya, Yargıtay kararına bakarsak, hükümeti devirmeye çalıştığı vahim eylemlerin başında Gezi olayları sırasında yüz tane sandviç hazırlatması, ses sistemi kurdurması, açılır kapanır masalar getirtmesi, Polisin gaz sıkması karşısında savunma olarak gaz maskesine gereksinim olduğunu söylemesi geliyor. Bunların cezası ağırlaştırılmış müebbet.
Ayrıca Yargıtay kararında Osman Kavala’nın cebir ve şiddet olaylarına karışmadığı kabul ediliyor. Oysa hükümeti devirmek suçunun oluşması için cebir ve şiddet unsuru aranıyor.
Kavala’nın dosyası böyle iken varın siz çok daha az ceza alan Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku’nun suç fiillerini düşünün. Suç teşkil edebilecek bir eylem yok.
Öyle bir trajikomik iktidara sahibiz ki sözde dünyada adalet istiyor ama ülkede adalete tahammülü yok.
Bu sebeplerle ülkemiz öyle bir halde ki bir taraftan derinleşen sorunlarımız suçlu üretiyor, yetmiyormuş gibi diğer taraftan yargı suçlu üretiyor.
Adalet Bakanlığının resmi istatistiklerine göre 2023 yılında toplam 22 milyon 476 bin suç soruşturması ve 13 milyon 199 bin şüpheli var. Bize yakın bir nüfusa sahip Almanya’da ise aynı yılda soruşturma evresindeki toplam suç 5,9 milyon, şüpheli de 2 milyon 250 bin. Yani bizde nerdeyse 4 misli fazla suç, nerdeyse 6 misli fazla şüpheli. Maalesef cezaevi nüfusumuz da benzer. Almanya’da 45 bin, bizde 355 bin, yani 8 mislisi.
Toplumu adeta büyük bir hukuksuzluk sarmalının içinde bırakan bu korkunç tablonun sürdürülmeye çalışılması Türkiye’yi her alanda hızla aşağı çekmekte ve hepimizin günlük hayatında karşılaştığı sorunları daha da derinleştirmektedir.
Değerli Vatandaşlarımız,
Yüreğimizi kanatan ve her geçen gün daha da büyüyen bir diğer mesele ise elbette Gazze, Filistin ve Lübnan’da yaşanan korkunç katliamlar. Gözümüzün önünde insanlığın katledilmesi karşısında acziyetimiz aynı zamanda utancımızdır.
İsrail, 13 aydan beri Gazze’de, Batı Şeria’da ve son haftalarda Lübnan’da insanlığa karşı her türlü suçu işliyor.
Başka bir yerde olsa tüm dünyanın tereddütsüz biçimde soykırım olarak adlandıracağı vahşet devam ediyor. Gazze özellikle yaşanmaz hale getirildi, 50 binden fazla insan katledildi.
Bu katliamlar karşısında Türkiye çok gecikmeli olarak, Nisan 2024’te, yani saldırılardan yaklaşık 6 ay sonra, İsrail ile olan ticareti belirli mallar üzerinden yasakladığını, sonrasında tamamıyla durdurduğunu açıkladı.
Ancak bu konuda çok ciddi soru işaretleri var.
Kamuoyunun iktidarın dezenformasyonu ile manipüle edildiğine dair somut veriler var.
Mesela İsrail Merkez İstatistik Bürosu’nun resmi kayıtlarına göre İsrail Eylül ayında Türkiye’den 116 milyon dolarlık mal ithal etmiş, 2024’ün ilk 9 ayında 1,8 milyar dolar ithalat görünüyor.
İktidar şimdiye kadar bu iddiaları reddediyordu ve gönderilen malların Filistin’e gönderildiğini ifade ediyordu. Halbuki bunun doğru olma ihtimali çok çok zayıf. Çünkü Filistin tamamıyla işgal ve abluka altında. İsrail’in kontrolü dışında Filistin’e mal girmesi imkansız.
Türkiye İhracatçılar Birliği’nin 2024 yılı Eylül ayı verilerine göre İsrail ile olan ticaret durma noktasına gelmiş gibi görünse de; Filistin ile olan ticaretimizin astronomik bir şekilde %525 oranında artmış görünüyor.
Ayrıca Yunanistan, Romanya ve İtalya ülkelerinde kurulan şirketler aracılığı ile de İsrail’e ihtiyacı olan bazı malların Türkiye tarafından ihraç edildiği iddiaları çok ciddi verilere dayandırılıyor. Aynı şekilde petrol ve yakıt ihtiyaçlarını da Azerbaycan’dan sağlayan İsrail’e bu yakıtların Türkiye üzerinden nakliyatının sağlandığı hususları ile ilgili veriler karşısında iktidar sessiz.
Uluslararası gemi trafiği verileri de Türkiye ile İsrail arasındaki gemi trafiğinin çok yoğun olduğunu gösteriyor.
Eğer iktidarın iddia ettiği gibi gerçekten İsrail’e bir boykot söz konusu olsaydı Türkiye’den İsrail’e mal gidebilir miydi? Veya Türkiye üzerinden gidebilir miydi? Devlet ciddiyeti nerede kaldı?
Halbuki bizim limanlarımız adeta üs olarak kullanılıyor.
İktidar gerçekten Türkiye üzerinden İsrail’e ulaşan petrol ve yakıtın Filistinlilere yönelik katliamda kullanılmadığını iddia edebilir mi?
Peki bu durumda Filistinli mazlumların kanı elimizde değil mi? İktidarı samimiyete davet ediyorum!
İsrail ordusuna silah taşıdığı için birçok ülkenin limanına yanaşması izin verilmeyen gemiler nasıl oluyor da bizim limanlarımızı üs olarak kullanabiliyor. İktidara soruyorum: Hangi vicdana bunu sığdırabiliyorsunuz?
Ayrıca bu rezaleti protesto eden vicdanlı gençlerimizi hangi hakla engelleyebiliyorsunuz? Hangi hakla gözaltına alabiliyorsunuz? Nasıl oluyor da korunması gereken protesto ve gösteri hakkını kullanan gençler gözaltına alınıyor da siz İsrail’e mal taşıyan gemileri koruma altına alıyorsunuz? O gençlerimizi haklı direnişleri sebebiyle kutluyorum.
Görünen manzara maalesef söylenen sözlerle yapılan işler arasında çok büyük çelişkiler olduğunu ortaya koyuyor.
Öyle görünüyor ki iktidar gerçek dışı bilgilerle toplumu manipüle ediyor. Görünen manzara devlet ciddiyetinin yok olduğunu gösteriyor.
Aziz milletimiz,
Saygıdeğer Gazeteciler,
Sayın Bahçeli, bu dönemi “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” sözleriyle ifade etmişti.
Yani aslında durumun farkındalar.
Her alanda barışa, huzura, ahenge ihtiyacımız var.
Toplum olarak mutlu yarınlara bakma hakkımız var.
Kazananın her şeyi kazandığı, tüm yetkinin tek bir kişide toplandığı, tüm önemli kararların tek bir kişiye bırakıldığı, her türlü keyfiliği mümkün kılan bu sistemsizlikle Türkiye’nin yeni bir döneme girmesi, iç barışını sağlaması, refaha ve huzura kavuşması mümkün değildir.
Bu yönetim anlayışında ülkenin başındaki kişi kim olursa olsun fark etmez; bu iktidar gidecek falanca gelip ülkeyi kurtaracak diye beklemek de beyhudedir.
Türkiye’nin bu girdaptan kurtulmasının tek yolu, demokratik hukuk devletine geri dönmek ve devlet düzeninde yerinden oynayan taşların tekrardan adaletle ve demokratik bir anlayışla yerli yerine oturtulmasını sağlamaktır.
Türkiye’nin çoğulcu demokrasiden ve gerçek bir hukuk devletinden başka gidebileceği bir yol yoktur.
Referans olarak kimi alıyor olursa olsun, hangi inancı ya da siyasi düşünceyi benimsemiş olursa olsun, bugün ister iktidarda ister muhalefette olsun Türkiye’nin otoriter anlayışlarla yoluna devam edebilmesi mümkün değildir.
Demokrasinin farklılıklarla bir arada huzur içinde yaşama iradesidir; farklı inançlara, yaşam biçimlerine, siyasi görüşlere ve fikirlere yaşam hakkının olmadığı yerde demokrasi yoktur.
Hukuk devleti her türlü farklılığın varlığını korumakla mükelleftir. Özgürlüğü, adaleti ve demokrasiyi sadece kendi mahalleniz için isterseniz gün gelir siz de otoriter anlayışın kurbanı olursunuz.
Gerçek bir demokrasiyi ve herkes için hukuk devletini savunanların farklılıklarına bakmaksızın ve kişisel sorunları bir kenara bırakarak artık Türkiye’nin geleceği için daha çok sorumluluk almak zorunda oldukları bir döneme girmiş bulunmaktayız.
Hiçbir istisna olmaksızın, amasız fakatsız tüm farklılıklarımızla biz birlikte Türkiye’yiz diyen; referansı hangi tarihi şahsiyet olursa olsun, referansı hangi inanç ya da siyasi görüş olursa olsun her türlü otoriter anlayışa karşıyız diyen herkesi ortaklaşmaya, dayanışmaya, el birliği yapmaya, güç birliği yapmaya ve gerçek özgürlükçü demokratları bir araya gelmeye davet ediyorum.
Bizler ülkemizin geleceği için var gücümüzle çalışmaya devam ediyoruz.
İnşallah verdiğimiz mücadeleyi büyütmeye ve Türkiye gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti oluncaya dek çalışmaya devam edeceğiz.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Esenyurt Belediye Başkanı Sn. Ahmet Özer’in Tutuklanması İle İlgili Açıklama
Esenyurt Belediye Başkanı Sn. Ahmet Özer’in tutuklanması ve Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atanması ne hukuken ne siyaseten ne de vicdanen kabul edilmez.
Özer’in görüştüğü söylenen ve terörist olduğu iddia edilen kişilerle başka kimler, hangi Ak Parti’liler nerelerde ne kadar görüşmüştür?
Görüşmekle terör örgütü üyesi olunuyorsa Ak Parti’de siyasetçi kalmaz. Soruşturma dosyasında delil olarak gösterilen verilerin terör örgütü üyeliği suçlamasına dayanak teşkil etmesi hukuken imkansız. Bu soruşturma dosyası ve Mahkeme’nin tutuklama kararından hareketle son yıllarda sıradanlaştığı gibi irtibat ve iltisak üzerinden yakıştırma ve mesnetsiz yorumlarla AHaber’in haber metinleri seviyesinde bir iddianame düzenleneceği açık.
Bir yandan barış, kardeşlik ve hukuk diyeceksiniz, diğer yandan böyle büyük hukuksuzluklara imza atacaksınız!
Bir yandan Öcalan’ı Meclis’e çağırıp, ‘Umut hakkı’ndan bahsedeceksiniz, diğer yandan milletin seçtiği insanları hukuku araçsallaştırarak hapse atıp yerine kayyum atayacaksınız!
Bu keyfi yaklaşım ülkede herkes için geçerli ölçü olsaydı, örneğin Devlet Bahçeli terör örgütü lideri Öcalan’ı meclise daveti sebebiyle bir şafak operasyonu ile evinden alınıp terör örgütü propagandasından tutuklanması gerekirdi. Zaten onun yerine başkası o cümleleri kursaydı, başına gelecek olan oydu.
Bu tutarsızlık, bu samimiyetsizlik, bu hazımsızlık ve bu hukuk bilmezlik, hak tanımazlıkla mevcut iktidar koalisyonu memleketin yaşadığı sorunları çözmek bir yana ancak daha fazla derinleştirecektir.
Türkiye-Almanya İş Gücü Anlaşması’nın 63. Yılı İle İlgili Açıklama
30 Ekim 1961’de imzalanan Türkiye-Almanya İş Gücü Anlaşması’nın üzerinden 63 yıl geçti. Bugün, Almanya’da yaşayan 3,5 milyonu aşkın Türkiye kökenli vatandaşımız eğitimden iş hayatına, siyasetten sivil topluma kadar farklı alanlarda toplumsal hayatın içerisinde ve Almanya toplumunun asli bir unsuru durumunda.
Artık beşinci kuşağa uzanan Almanya’daki Türk toplumu, artan aşırı sağ tehlikesinin yanı sıra ana dili eğitimi, kültürel değerlerin korunması, sivil toplumun güçlendirilmesi, toplumsal ve siyasal katılım gibi konularda da çeşitli sorun ve sorumluluklarla karşı karşıya.
Ayrıca Türkiye’deki iktidarın yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına karşı maalesef yeterince sorumlu davranmaması, vatandaşlarımızın sorunlarının çözümü için rasyonel bir diaspora politikası inşa etmek yerine popülist söylemlerle günü geçirmesi ve her seçim dönemi verdiği vaatleri yerine getirmemesi de yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarını kronikleştirmektedir.
Almanya’daki misafir işçi bir ailenin oğlu olarak Türkiye-Almanya İş Gücü Anlaşması’nın yıl dönümünde, Almanya’da hayatını emeğiyle kuran ilk nesil büyüklerimizi saygıyla anarken, gelecek kuşakların karşılaştığı sorunların çözümü için bilinçli, kuşatıcı ve güçlü adımlar atmanın önemini yineliyorum.
Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’in Gözaltına Alınması İle İlgili Açıklama
Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer daha önce dekanlık ve rektör yardımcılığı yapmış, Kürt sorunu raporuna katkı sunmuş bir akademisyen ve siyasetçidir.
Bu sabah saatlerinde, terör örgütü üyeliği soruşturması kapsamında, geçmişe yönelik 10 yıllık bir süreçte, hakkında terörle ilgili soruşturma/kovuşturma bulunan kişilerle iletişim kurduğu iddiasına dayanarak gözaltına alınmış olması endişe vericidir.
İddialara dayanak olarak öne sürülen veriler, geçmişi Kürt sorunu ile ilgili akademik çalışmalar ile dolu ve aktif siyaset yapan bir kimse için hiç de sıradışı değil. Bu anlayışla Kürt sorunu ile ilgilenen birçok siyasetçi hukuki kriterlerden uzak bir biçimde ‘terör örgütü üyeliği’ iddiası ile yaftalanabilir. Nitekim bu fazlasıyla yapılıyor zaten. Ancak bir kişinin bu ağır suçlama ile karşı karşıya bırakılması için doğrudan terörü ve terör örgütünün hedeflerini destekleyen eylemler içerisinde olması, gerekir. İddialar arasında buna dayanak teşkil edecek bir veri sayılmamıştır.
Sn. Özer, belediye başkanı seçilebilmesi için şartları yerine getirmiştir. Seçim sonrasında, geçmişe yönelik 10 yıllık süreçte terör örgütü veya örgüt üyeleri ile bağlantısı olduğu ve bu sebeple kendisinin de terör örgütü üyesi olabileceği iddiasında bulunulması inandırıcı değildir. Madem öyleydi, neden bu vahim iddiaların gereği 10 yıldır yapılmadı?
Seçmenlerin iradesine ve seçilme hakkına saygı gösterilmesi ve hakkın hukukun araçsallaştırılması ile gasp edilmemesi, demokratik hukuk devletinin asgari gereğidir!
Umuyorum ki bu yanlıştan bir an önce dönülür, siyasi iktidar ‘terör örgütü üyeliği’ bahanesi ile hukuku sopa olarak kullanmaktan vazgeçer.
Silivri TOKİ Cumhuriyet Anadolu Lisesi’ne Ülkü Ocakları Başkanı’nın Ziyareti Hk. Soru Önergesi
Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Alparslan Doğan 07.10.2024 tarihinde Silivri’de bulunan TOKİ Cumhuriyet Anadolu Lisesi’ni ziyaret etmiştir. Bu ziyareti esnasında ders saatinde bazı öğrenciler okul bahçesinde MHP ve Ülkü Ocaklarının siyasi simgesi olan “bozkurt” işareti yaparak Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Alparslan Doğan’ı karşılamıştır.
Aynı zamanda Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Alparslan Doğan’a okul müdürü olan Aydın Dakes de eşlik etmiş, okulu gezdirmiş; bununla da yetinilmemiş Silivri Ülkü Ocakları Başkanı Ferhat Yılmaz’ın da katılımı ile birlikte ders sırasında sınıfları gezerek öğrencilerle konuşmuştur. Bir nevi siyasi faaliyet yürütmüştür.
Bununla birlikte okul müdürü Aydın Dakes bu konuyla ilgili kamuoyuna da açıklama yaparak “Bildiğiniz gibi Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı bir STK olarak eğitimle ilgili çalışmalarını gençlerimize tanıtmışlar. Bunda bir mahsur yok. Biz gençlerimizin politikanın içinde olmasını istemiyoruz ancak politikanın ve sivil toplum kuruluşlarının çok uzağında kalmalarını da istemiyoruz. Çünkü görevlerimizden birisi de onları hayata hazırlamak. Milli, manevi ve ortak değerlerimizle sorunu olmayıp, kapımızı çalan hiçbir STK’yı geri çevirmedik. Zira derdimiz onlarla aynı. Gençlerimizi tehlikeli alanlardan uzak, öncelikle ailesine, içerisinde yaşadığı topluma, milletine ve tüm insanlığa faydası olan bireyler olarak yetiştirmek. Silivri bizi iyi tanıyor. Niyetimizi, çalışmalarımızı yakından takip ediyor. Bize güven duyuyor. Bu olayda bize duyulan güveni sarsmadı bence.” Demek suretiyle basına ve kamuoyuna da düşüncelerini açıklamıştır.
Bu bağlamda;
- Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Alparslan Doğan’ın adı geçen okula ziyaretini kim organize etmiş, nasıl kabul edilebilmiştir?
- Bu ziyaret neden resmi bir tören şeklinde gerçekleştirilmiş ve ziyaret kapsamında neden ders saatinde okul öğrencileri karşılama mangası olarak getirilmiştir?
- Bu ziyaretin amacı nedir?
- Devlet memurları yasası gereğince bağımsız ve tarafsız olarak görev yapması gereken okul müdürü Aydın Dakes hangi amaç ve düşünce ile MHP’nin gençlik teşkilatı olan Ülkü Ocakları’nın İstanbul İl Başkanı Alparslan Doğan’a bu ziyareti resmi bir şekilde düzenlenmesine izin vermiştir?
- Okul müdürü Aydın Dakes hangi amaçla basına bir açıklama yapmıştır? Yasal olarak buna yetkisi var mıdır?
- Siyasi faaliyette bulunma yasağına tabi olan okul müdürü Aydın Dakes hakkında herhangi bir disiplin işlemi yapılmış mıdır?
- Silivri İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün söz konusu ziyaretten haberi var mıdır? Bu ziyaret bilgileri dahilinde mi gerçekleşmiştir?
- Mezkur siyasi ziyaret çerçevesinde okulda eğitim ve öğretim gören öğrencilerimiz üzerinde hangi amaç güdülmektedir?
- Bu ziyaret kapsamında hangi etkinlikler yapılmıştır?
- Ülkü Ocakları tarafından yayına hazırlanan Kutadgu Bilig dergisi ve yine Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanlığı tarafından oluşturulan dijital eğitim paneli Uzaktan Eğitim Merkezi’nin tanıtım broşürleri öğrencilere neden dağıtılmıştır?
Türkiye İsrail Arasındaki Gemi Trafiği Hk. Soru Önergesi
İsrail, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana, bir yıldır Gazze Şeridi’nde ve Batı Şeria’da ayrım gözetmeden masum Filistin halkına ve sivil yerleşim yerlerine yönelik topyekün katliamda bulunmaya devam etmektedir. Bu katliamda on binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Büyük bir yıkıma ve ölümlere neden olan saldırılar halen de devam etmektedir.
Geçen bu bir yıllık süre içerisinde Türkiye’nin İsrail ile olan ticaretini yoğun olarak devam ettirdiği ortaya çıkmıştır. Hatta bu konuda resmi olarak da durum kabul edilmiş ve Ticaret Bakanlığı tarafından 09.04.2024 tarihinden itibaren, saldırılardan yaklaşık 6 ay sonra, İsrail ile olan ticaret belirli mallar üzerinden yasaklanmış, sonrasında tamamıyla durdurulduğu açıklanmıştır.
Ancak geldiğimiz noktada Türkiye İhracatçılar Birliği’nin 2024 yılı Eylül ayı verilerine göre; İsrail ile olan ticaret durma noktasına gelmiş ise de; Filistin ile olan ticaretimizin astronomik bir şekilde artması soru işaretlerine neden olmuştur çünkü Filistin ile olan ticaret tamamıyla İsrail’in kontrolündedir.
Özellikle tekstil ve hammaddeleri, deri ve deri mamulleri, hazır giyim ve konfeksiyon ürünleri, çelik ihracatı, çimento, cam, seramik ve toprak ürünleri ihracatı ile ilgili verilerde büyük değer artışları söz konusudur. Toplam ihracat artışımız %525 oranında gerçekleşmiştir. Aynı zamanda Yunanistan, Romanya ve İtalya ülkelerinde kurulan şirketler aracılığı ile de İsrail’e ihtiyacı olan ve yukarıda belirtilen malların Türkiye tarafından ihraç edildiği ileri sürülmektedir. Aynı şekilde petrol ve yakıt ihtiyaçlarını da Azerbaycan üzerinden sağlayan İsrail’e bu yakıtların Türkiye üzerinden nakliyatının sağlandığı hususları ile ciddi veriler sunulmaktadır.
Bununla birlikte uluslararası gemi trafiği Marinetraffic verileri incelendiğinde de Türkiye ile İsrail arasındaki gemi trafiği çerçevesinde son bir ayda bile 88 geminin Türkiye’den İsrail’e gittiği, son günlerdeki verilere göre de 4 geminin halen seyrüseferde olduğu bilgilerine ulaşılmaktadır. Bu durum Türkiye’nin İsrail ile olan ticaretini resmi söylemlerin aksine devam ettirdiği iddialarını güçlendirmektedir.
Bu bağlamda;
- Resmi olarak Türkiye İsrail arasındaki ticaret yasaklanmış olmasına rağmen bu gemi trafiği nasıl açıklanabilecektir?
- Türkiye İhracatçılar Meclisi verileri kapsamında Filistin’e olan ticaretimiz nasıl %525 oranında artmıştır? Bu artış nasıl izah edilmektedir?
- Filistin, Türkiye’den herhangi bir insani yardım veya ihraç malzemesi talebinde bulunmuş mudur?
- Savaş ve abluka halinde olan Filistin’e hangi malzemeler gönderilmiştir?
- İsrail ile olan ticaretimizin yasaklanmasından önce gönderilen malzemeler ile Filistin’e gönderilen malzemeler aynı neviden malzemeler midir?
- Filistin ile 2023 yılı ihracat hacmimiz ile 2024 yılı ihracat hacmimiz ne kadardır? Son iki yılda Türkiye ile Filistin arasındaki ticarette ihracat farkı ne kadar olmuştur? Eğer bir artış söz konusu ise bunun nedeni nedir?
- Filistin’e gönderilen malzemeler ve ticaret ile ilgili olarak Bakanlığınız herhangi bir açıklama yapacak mıdır?
- Türkiye’den İsrail’e son bir ayda 88 geminin gittiği, halen de 4 geminin seyrüseferde olduğu uluslararası gemi trafiği Marinetraffic incelendiğinde görülmekle birlikte bu gemiler hangi nedenle İsrail’e gitmiştir ve gitmektedir?
- Söz konusu gemilerde hangi malzemeler taşınmaktadır?
- Türkiye’den ayrılan gemilerin belgelerinin, malzemeleri Filistin’e götürdüğü şeklinde düzenlenerek aslında malzemeleri İsrail’e götürdüğü iddiaları doğru mudur?
- Filistin’de kurulu bulunan bazı şirketlere bu kapsamda komisyon ödendiği iddiaları doğru mudur? Ticaret bu Filistin şirketleri üzerinden mi yapılmaktadır?
- Aynı şekilde Türkiye tarafından gönderilen malzemelerin Yunanistan, Romanya ve İtalya gibi ülkelerde kurulan bazı şirketler üzerinden gerçekleştirildiği iddiaları doğru mudur?
- Bunun yanında İsrail’in ihtiyaç duyduğu petrol ve yakıtın Azerbaycan tarafından karşılanması nedeniyle bu maddelerin Türkiye üzerinden nakledildiğine, sevkiyatının yapıldığına dair iddialar doğru mudur?
- Ticaret Bakanlığı verilerini esas alan dış ticaret istatistiklerine göre yukarıda adı geçen ülkeler olan Filistin, Yunanistan, Romanya ve İtalya gibi ülkeler ile Türkiye arasındaki dış ticaretin yüksek artışının sebebi nedir?
- Bakanlığınız yukarıda belirtilen konularda ayrıntılı bir izahat ve açıklama yapacak mıdır?
TBMM 28. Dönem 3. Yasama Yılı Açılışı Hk. Basın Toplantısı
Çok Değerli Basın Mensupları,
Ekranları başında bizleri izleyen Değerli Vatandaşlarımız,
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Malumunuz bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni yasama yılı başlıyor.
Yeni yasama yılının ülkemiz ve milletimiz için hayırlara vesile olmasını tüm kalbimle diliyorum. Umut ediyorum ki, yeni yasama yılı hukuk devletine, adalete, ortak iyiye dönülmesine vesile olur.
Fakat, gerçekçi olmamız gerekir ki, bugün demokratik yasama sorumluluğunun çok gerisinde kalan; yasama, denetim ve bütçe yetkileri işlevsizleştirilmiş bir meclisten sesleniyorum sizlere.
TBMM, toplumsal sorunların tartışıldığı, ortak iyinin arandığı, uzlaşma kültürünün egemen olduğu bir işlev görmekten çok uzaktır.
İktidar, kuvvetler ayrılığını reddetmektedir.
Cumhurbaşkanı, Anayasa’ya aykırı olarak tüm gücü elinde toplamış, “Devlet Benim” anlayışı ile hem yürütme hem yasama hem de yargı konumundadır.
Meclisin içine düştüğü hali anlamak açısından Hatay Milletvekili Can Atalay’a reva görülenlere bakmak yeterlidir. Can Atalay sorunu hala Meclis’in önünde ve Anayasa Mahkemesi’nin açık kararına rağmen askıda duruyor. Milletin iradesi ve Anayasa bizzat Meclis Başkanı tarafından yok sayılıyor.
Bu şartlar altında varlığını devam ettirmeye çalışan bir Meclis’in acilen asli fonksiyonlarına dönmesi demokrasinin daha fazla zarar görmemesi bakımından zorunludur.
Bu yasama yılında da bütün mücadelemiz, ülkemizi içine düştüğü bu girdaptan kurtarma çabası olacaktır.
Değerli Arkadaşlar,
TBMM’nin geçen yasama yılı performansını değerlendirmek için bazı veriler paylaşmak istiyorum. Bu veriler, TBMM’nin geçtiğimiz yılki karnesini güzel bir biçimde özetliyor.
Geçtiğimiz yıl, iktidar ve muhalefet partileri toplamda 887 kanun teklifi vermiş. Ancak AK Parti dışındaki partiler tarafından verilen kanun tekliflerinin hiçbiri tabii ki Genel Kurul’da görüşülmemiştir.
İktidar, birbiriyle alakasız farklı konuları düzenleyen “torba kanun” uygulamasından geçtiğimiz yıl da vazgeçmemiş. Kabul edilen 70 kanundan, 51’i zaten uluslararası anlaşmanın uygun bulunmasına ilişkin. 2 tanesi de bütçe kanunu, geriye kalan 17 kanundan 12 tanesi 2 torba kanun. Bu torba kanunlarla toplamda en az 150 farklı kanunda değişiklik yapılmış.
Düzenlenen konuların farklılığı ve hızla yürütülen komisyon ve genel kurul görüşmeleri yüzünden tepki göstermeye fırsat verilmeyen önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir.
Torba kanun çıkarmanın bu şekilde sıradanlaşması; iktidarın, meclisi, kimin hazırladığı belli olmayan ve mecliste kabul edenlerin nerdeyse tamamının muhtevasından haberleri olmadan kanun tekliflerini onaylayan bir katip olarak gördüğünü de ortaya koymaktadır.
Geçtiğimiz yasama yılında, kanunların ortalama kabul süresi sadece 20 gündür. Fransa’da bu sayı; ortalama 305, Birleşik Krallık’ta ise 294 gün.
Milletvekilleri, 28. Yasama Döneminde Haziran 2024 itibariyle 12 bin 512 yazılı soru önergesi verirken, soru önergelerinin yalnızca 2 bin 76’sı zamanında cevaplanmış, 4 bin 574’ü ise süresi geçtikten sonra cevaplanmıştır. Cevaplanmayan 5 bin 5 yazılı soru önergesi vardır.
Yani soru önergelerinin yüzde 45’i yanıtlanmamıştır. Bu rakamlar, yasama organının yürütme organını denetlemesine yönelik kâğıt üzerinde en etkili yollardan biri olan soru önergesinin iktidar tarafından tamamen işlevsizleştirildiğini bizlere göstermektedir.
Meclisin iktidarı denetleme yetkisi neredeyse yok denecek düzeydedir.
Soru önergelerini en fazla yanıtsız bırakan bakan, Adalet Bakanı. 1820 soru önergesinden Anayasa’nın öngördüğü 15 günde cevaplama süresi içinde sadece bir tanesini cevaplamıştır. 1271 tanesini ise hiç cevaplamamıştır.
Anayasanın 98’inci maddesinin açık hükmüne en çok Adalet Bakanı’nın duyarsız kaldığı bir ülkenin hukuk devleti sıralamalarındaki yeri şaşırtıcı olmasa gerek.
Saygıdeğer Basın Mensupları,
Sayılardan da anlaşılacağı üzere, Meclisin iktidarı denetleme yetkisi yok denecek düzeyde.
TBMM adına Bakanlıkları ve kamuyu denetleme görevi bulunan Sayıştay da doğal olarak bu görevini layıkıyla yerine getirmekten çok uzak.
Sayıştay, kamu kurumlarının mali faaliyetlerini ve kararlarını denetlemekle yükümlü en üst düzey denetim kurumu.
Fakat son yıllarda Sayıştay’ın yaptığı denetimlere rağmen, birçok bakanlık ve kamu kurumu bu raporları dikkate dahi almıyor. Denetim sonuçlarını ve iyileştirme taleplerini uygulamıyor.
Sayıştay’ın 2023 yılına ilişkin kamu idareleri denetim raporlarında, özellikle önceki yıllarda tespit edilen bulguların yerine getirilmediği açıkça görülmektedir.
Örneğin, Tarım ve Orman Bakanlığı 2022 yılında Sayıştay tarafından tespit edilen 18 bulguya dair iyileştirme yapmamış, hatta bu bulgulara dair cevap dahi vermemiştir.
Bu bulgular arasında, balıkçı barınaklarının amacı dışında kullanılması, taşınmazların eksik raporlanması gibi kamu zararına yol açan ciddi usulsüzlükler bulunuyor. Usulsüzlük tespit edilmiş ancak sonuç yok ne yazık ki.
Bakanlıkların Sayıştay raporlarını görmezden gelmesi oldukça sıradanlaşmış halde. Denetim raporuna göre, Adalet Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Hazine ve Maliye Bakanlığı Sayıştay’ın önceki yıllarda tespit ettiği bulgulara rağmen hiçbir iyileştirme yapmamışlar.
Bu durum, Sayıştay’ın denetim yetkisinin etkisiz hale geldiğini ve kamu kurumları tarafından göz ardı edildiğini göstermektedir.
Sayıştay’ın 2023 raporlarında dikkat çeken bir diğer husus ise bazı bakanlıklara dair, örneğin Dışişleri Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı ya da İletişim Başkanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na dair denetim raporlarında hiçbir bulgunun yer almıyor olması.
Anlaşılan o ki, özellikle bu bakanlıkların ve kurumların denetlenmesinin üstünkörü yapılmış ya da gizlenmek istenmiş. Üstelik Sayıştay’ın birçok kuruma erişimi de engellenmiş durumda.
Ne yazık ki, kamu denetiminde şeffaflık ve hesap verebilirlik neredeyse imkansız halde.
Türkiye Büyük Millet Meclisi adına görev yapan Sayıştay’ın denetimlerinin dikkate alınmaması Türkiye’de kamu denetimi ve hesap verebilirlik konusunda ciddi bir sorundur.
Bir mahkeme olan Sayıştay’ın asli görevi, demokratik hukuk devletinin bir gereği olarak hesap verebilirliği sağlamak amacıyla kamu idarelerinin mali faaliyetlerini denetlemek ve kamu zararına yol açan işlemleri tespit etmektir.
Fakat Sayıştay, mahkemeden çok rapor hazırlayıp kamuoyuna duyuran bir kuruma dönüştürüldü. Görev tanımında yer alan “hesap verebilirlik” ilkesi, maalesef uygulamada karşılık bulmuyor.
Gerçekten çok yazık çünkü kurum Anayasa’da belirlenmiş görevlerini yerine getirmemekte ve sadece bir tabela kurumu olarak varlığını sürdürmektedir. Mevcut durumda, kapatılması halinde kimse yokluğunu dahi hissetmeyecektir.
Aziz Milletim,
Sizlerden alınan vergilerin ne şekilde harcandığının etkili şekilde denetlenebilmesini sağlayan Meclis’in bütçe hakkı, denetim aracı olmaktan çıkarılmış durumdadır.
Bütçe açığı kartopu gibi büyüyor. 2019’da 124.7 milyar lira seviyesinde olan bütçe açığı, 2022’de 142.7 milyar liraya, 2023’te 1 trilyon 375 milyar liraya yükseldi. 2024 sonunda bütçe açığında yeni bir rekora imza atacağımız açık. Bütçe açığı 2024’un ilk sekiz ayında yani şimdiden 973.6 milyar liraya ulaştı bile.
1999’da 31 milyar dolar olan vergi gelirleri, 2024 yılında 234 milyar dolara yükselmiş. Ancak vergi gelirlerindeki artışa rağmen kamuda israf da benzer oranda artmış gözüküyor. Halkın ödediği vergiler çoğu zaman hesapsız ve verimsiz projelere yönlendiriliyor.
İstanbul Planlama Ajansı’nın yayımladığı “Türkiye’nin İsraf Karnesi” başlıklı raporu kamu kaynaklarının milletimiz için yapılacak yatırımları engelleyecek biçimde israf edilmesi ve verimsiz kullanılması konusunda önemli tespitlerde bulunuyor.
Rapora göre; 2023’te Türkiye’de kamu harcamalarının büyüklüğü Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın yüzde 36,69’una ulaşmış durumda.
Kamu harcamalarının şeffaflıktan ve denetimden yoksun olması nedeniyle israf, usulsüzlük ve yolsuzluk vakaları ülke ekonomisini sarsacak boyutlara ulaşmış vaziyette.
Örneğin, raporda kamu-özel iş birliği projelerine yapılan garanti ödeme tutarlarına şeffaflık ve denetim eksikliği nedeniyle çok zor ulaşıldığı belirtiliyor. Garanti verilen ödeme tutarlarıyla yatırım tutarları arasında ciddi orantısızlıklar bulunuyor. Bu projelere yapılan ödemelerin bütçede farklı kalemler altında gizlendiği de raporda yer alan önemli tespitlerden biri.
Değerli Arkadaşlar,
Değinmek istediğim diğer bir mevzu daha var. Son yılların en büyük veri sızıntılarından biriyle karşı karşıyayız.
Resmi kurumlarda kaydı bulunan 85 milyon kişinin kimlik numaraları, adresleri ve telefon numaraları gibi kişisel bilgileri çalındı. E-Devlet verilerini çalan kişiler site açıp paralel E-Devlet kurmuşlar, 200 TL’ye abone olunan sitede, Telegram’da istediğiniz vatandaşların kimlik fotokopisine kadar erişebildiğiniz belirtiliyor.
Bir yıldan fazla süre önce verdiğim soru önergelerine rağmen bu büyük ölçekli sızıntı konusunda hangi önlemlerin alındığını ne yazık ki bilmiyoruz.
Soru önergeme verilen cevapta sadece incelemelerin devam edildiği belirtilse de kişisel verilerimizin ve bu konudaki sorumluların akıbeti hakkında ayrıntılı bir bilgi yok.
Geçtiğimiz günlerde Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu, sızıntının Covid-19 pandemisi döneminde yaşandığını kabul etti ancak veri güvenliği konusundaki zafiyetler konusunda hangi önlemlerin alındığına dahi değinmedi.
Oysa 85 milyonun e-devlet sisteminde kayıtlı her türlü kişisel bilgisinin piyasada pazarlanması ortalama bir demokraside hükümeti istifa ettirirdi. En azından birkaç bakanı koltuğundan ettirmesi gereken bu büyük skandal karşısında bizde herkes suspus.
İktidarı bu konuda gerekli önlemleri derhal almaya ve sorumluları bir an önce cezalandırmaya davet ediyorum.
Değerli Arkadaşlar,
Malumunuz, önümüzdeki günlerde Genel Kurulun gündemlerinden bir tanesi de 9. Yargı Paketi olacak. Pakete ilişkin değerlendirmemi ayrıca yapacağım ancak bir hususta iktidarı uyarmak istiyorum.
Türkiye’de çok ciddi bir şiddet sorunu var.
Ülkenin her bölgesinden cinnet geçiren vatandaşlarımızın haberleri basına yansıyor.
Geçen sene kasten yaralama suçundan açılan soruşturma sayısı 880 bin 774 iken şüpheli sayısı bir buçuk milyonu bulmuş.
Derinleşen birçok toplumsal sorunumuzun birçok ülkeye kıyasla çok daha fazla suç ve suçlu ürettiği ortada.
İnsanımızın suça yönelimini etkileyen temel sorunların başında toplumsal adaletsizlikler ve eşitsizlikler geliyor. Ayrıca eğitim sistemindeki yapısal sorunlar, işsizlik, yoksulluk, gelir adaletsizliği, hayat pahalılığı ve sosyal yardımlardaki yetersizlik gibi ekonomik sorunlarımız ve uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması da insanların suça yönelimini etkiliyor.
Üstelik, suçun önlenmesine yönelik ve onarıcı adalet için etkili sosyal politikaların devreye sokulamaması nedeniyle bu sorunlar daha da derinleşiyor.
Diğer taraftan, ceza infaz sistemindeki eksiklikler de suça karşı caydırıcılığı ortadan kaldırmış durumdadır. 6-8 yıla kadar ceza gerektiren suçları işleyenler kısa süre içinde yeniden toplum içinde serbestçe dolanabiliyor.
Son 10 yılda yapılan örtülü aflar nedeniyle cezaevleri doldur boşalt yapılarak boşaltılmaya çalışılsa da ülkede ne şiddet azalıyor ne de cezaevi nüfusunda azalma yaşanıyor.
Türkiye’de cezaevi nüfusu son 20 yılda 6 kat artmış.
2 Eylül 2024 itibarıyla Türkiye’deki cezaevlerinde 356.865 kişi bulunuyor. Bu sayı benzer nüfusa sahip ülkelerle kıyaslandığında, cezaevi nüfusunun ne kadar dramatik yükseklikte olduğunu gözler önüne seriyor.
Benzer nüfusa sahip olduğumuz Almanya’da cezaevinde yalnızca 56 bin kişi bulunurken, Türkiye’de bu rakamın altı katından fazla mahkûm bulunuyor.
Bu durum, sorunların kök nedenlerine inmeden, sürekli suçlu üreten eğitim ve adalet sistemini sorgulamadan, cezaevlerini sürekli suçlularla doldurup boşaltarak günü kurtarmaya çalışan bir ceza infaz sistemi ile çözülemeyeceği ortadadır.
Cezaevleri ıslah etme görevini yerine getirmekten ziyade suçluların hukuktan korkmadan kısa sürede çıkacaklarını bildikleri bir yapıya dönüşmüştür.
Polis memuru Şeyda Yılmaz’ın öldürülmesi, adalet ve ceza infaz sistemindeki temel sorunların önemli bir yansıması.
26 suç kaydı bulunan bir kişinin, cezaevi yerine dışarıda serbestçe dolaşması ve böyle korkunç bir cinayet işlemesi, ceza infaz sisteminde acilen önlem alınması gerektiğini bizlere tekrar göstermiştir.
Adalet sisteminin işlevsiz hale geldiği bir ülkede, suçluların cezalandırılmadığı bir düzenin devam etmesi toplumun huzuru ve güvenliği için en büyük tehdittir.
Bu nedenle, buradan iktidara seslenmek istiyorum.
Geçici çözümlerle kalıcı sorunların üstünü örtemezsiniz, örtemiyorsunuz da. Hukuk devleti ilkelerine uyulmadığı takdirde, geçici infaz düzenlemeleriyle suçla ve şiddetle mücadele mümkün değildir.
Bu sorunlarla samimi bir şekilde yüzleşmediğiniz ve temel toplumsal sorunlara samimi olarak demokratik yöntemler ile çözüm üretmediğiniz müddetçe toplum olarak çok daha ağır maliyetlerle karşı karşıya kalacağımız aşikardır.
Gelin, 9. Yargı Paketi ile adil ve caydırıcı bir ceza ve infaz politikası için çalışalım ve kısa, orta ve uzun vadeli bütüncül yapısal dönüşümü hep birlikte planlayalım.
Aziz Milletim,
Tablo ne yazık ki karanlık.
Hayat pahalılığı, adaletsizlikler, yolsuzluklar, yasaklar her geçen gün katlanarak artıyor.
Türk-İş’in araştırmasına göre Ağustos’ta 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 19 bin 271 lira, yoksulluk sınırı ise 62 bin 772 lira olmuş durumda.
Malumunuz okullar açıldı ve derin ekonomik kriz daha da hissedilir hale geldi.
Çocuk okutmak, Türkiye’de en zor işlerden birisi. Kayıt, servis, kırtasiye, kitap gibi sayısız masrafla kuşatılan veliler ekonomik krizi iliklerine kadar hissediyor.
Her nereye gitsek, milletimizin mutsuzluğuna şahit oluyoruz. Hayat pahalılığı ve enflasyon, ailelerin huzurunu kaçırmış durumdadır.
Her alanda yaşanan adaletsizlikler milletin geleceğe dair umutlarını tüketiyor. İşte, Sinan Ateş cinayeti yargılamasında yaşananlar herkesin malumu.
Mahkeme adeta cinayet aydınlatılmasın ve birkaç tetikçiye ceza verilip olayın üstü kapatılsın diye kurulmuş.
Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’in bunca zamandır verdiği mücadele ortada.
Dün duruşma çıkışında Sinan Ateş’in annesi Saniye Ateş’in söylediklerini herkes duydu.
Peki Sayın Cumhurbaşkanı da duydu mu?
Sayın Meclis başkanı, Ak Partili milletvekilleri arkadaşlarımız da duydu mu?
Maalesef duyduklarına pek emin değilim.
KHK dramına kulaklar tıkanmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına, Anayasa Mahkemesi kararlarına kulaklar tıkalı…
. . .
Yine son dönemde gündemi meşgul eden bir başka hukuk skandalı; İBB Başkanı Sayın İmamoğlu’na açılan “Ahmak” davası.
Dava uzun süredir istinafta bekletiliyor.
Hiçbir aklı başında hukukçunun savunamadığı, siyasi bir tehdit olmaktan öteye gitmeyen, ana muhalefet partisini sıkıştırmaya, cumhurbaşkanı adayları arasında iddialı bir kişiyi siyaseten saf dışı bırakmaya yönelik kurgulanmış bir hukuk faciası…
Vaktiyle hukuksuz mahkeme kararlarıyla siyaseten saf dışı bırakılmak istenen Sayın Erdoğan’ın 22 yıllık iktidarından sonra bu kez hukuku muhalefetin kafasında bir sopa olarak kullanmak kendisine nasip oldu.
Değerli vatandaşlarımız,
Maalesef iktidar hakka, hakikate, adalete, doğru söze kulağını tıkamış durumda.
Ve tam da bu nedenle sorunlarımız derinleşerek artmakta. Türkiye yakın tarihinde görülmemiş bir ekonomik ve sosyal krizle boğuşmaktadır.
Bu girdaptan çıkışın tek yolu, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında uygulanan keyfi yönetimi sonlandırıp ivedilikle denge denetim mekanizmalarını ve çoğulcu demokratik kültürü esas alan sisteme geçmek olduğu açıktır.
İktidarın güçlendirilmiş bir parlamenter sisteme dönme iradesi göstermesi durumunda bizler somut adımlara destek vermeye hazırız.
4 Ekim 2021 tarihinde DEVA Partisi olarak kamuoyu ile paylaştığımız Demokrasiye Geçiş Eylem Planında güçlendirilmiş parlamenter sistemin nasıl kurgulanması gerektiğini tüm ayrıntılarıyla ortaya koymuştuk.
Kazananın her şeyi kazandığı, tüm yetkinin tek bir kişide toplandığı, tüm önemli kararların tek bir kişiye bırakıldığı, her türlü keyfiliği mümkün kılan bu sistemsizlikle Türkiye’nin refaha ve huzura kavuşması mümkün değildir.
Bu yönetim anlayışında ülkenin başındaki kişi kim olursa olsun farketmez; bu iktidar gidecek falanca gelip ülkeyi kurtaracak diye beklemek beyhudedir.
Türkiye’nin bu girdaptan kurtulmasının tek yolu, demokratik hukuk devletine geri dönmek ve devlet düzeninde yerinden oynayan taşların tekrardan adaletle ve demokratik bir anlayışla yerli yerine oturtulmasını sağlamaktır.
Değerli vatandaşlarımız,
Bizler ülkemizin geleceği için var gücümüzle çalışmaya devam ediyoruz.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.