
TBMM Genel Kurulunda Görüşülecek Siber Güvenlik Kanunu Teklifi Hk. Basın Açıklaması
YENEROĞLU’NDAN TBMM GENEL KURULUNDA GÖRÜŞÜLECEK SİBER GÜVENLİK DÜZENLEMESİNE TEPKİ
“Siber Güvenlik Kanunu Teklifi ile Anayasa açıkça ihlal edilmekte, temel hak ve özgürlükler kısıtlanmaktadır.”
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Milli Savunma Komisyonunca kabul edilen ve bugün TBMM Genel Kurulu’nda görüşülecek olan Siber Güvenlik Kanunu Teklifi’nin temel hak ve özgürlükleri sınırlandıran düzenlemeler içerdiğini ifade etti. Metinde yer alan muğlak ifadelerin ve Siber Güvenlik Başkanlığına verilen aşırı geniş ve denetimden yoksun yetkilerin Anayasa’nın kanunilik ilkesine aykırı olduğunu vurguladı.
“Özel hayatın gizliliği ve kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı ihlal edilmektedir.”
Yeneroğlu, Başkanlığa verilen yetkiler kapsamında herhangi bir yargı kararı olmadan her türlü veriye sınırsız erişim hakkı tanınmasının, özel hayatın gizliliğinin ve herkesin kişisel verilerinin korunmasını isteme hakkının ihlal edilmesi sonucunu doğuracağını ifade etti. Yeneroğlu ayrıca, İnternet Ortamında İşlenen Suçlarla Mücadeleye İlişkin Kanun’da yer alan benzer mahiyette belirli ve öngörülebilir olmayan düzenlemelerin kişisel verilerin korunması hakkını ölçüsüzce sınırlandıracağı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesince iptal edildiğini belirterek bu yanlıştan mutlaka dönülmesi gerektiğini vurguladı.
“Keyfiliğe izin veren düzenlemeler ifade özgürlüğüne açık bir tehdit oluşturmaktadır.”
Kanun Teklifi’nin 16’ncı maddesinin beşinci fıkrasında yer alan “Siber uzayda veri sızıntısı olmadığı halde halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak ya da kurumları veya şahısları hedef almak amacıyla veri sızıntısı yapılmış gibi içerik oluşturanlara ve/veya bu içerikleri yayanlara iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir.” hükmünün daha önce kanunlaşan TCK’nın “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” başlıklı 217/A maddesiyle (kamuoyunda bilinen adıyla dezenformasyon yasası) ve yasalaşmayan “etki ajanlığı” düzenlemesiyle benzer mahiyette olduğunu ifade eden Yeneroğlu, Kanun Teklifi’nin bu haliyle kanunlaşması durumunda ifade özgürlüğüne ve basın hürriyetine doğrudan bir sınırlama getireceğini vurguladı. Yeneroğlu, düzenlemenin, bireylerin ve sivil toplum örgütlerinin demokratik toplum olmanın bir gereği olarak, düşüncelerini özgürce açıklamaktan kaçınmaları sonucunu daha da artıracağını belirtti.
“Bu Kanunun kabulü ile birlikte konut dokunulmazlığı hakkının çokça ihlal edileceği aşikâr.”
Yeneroğlu, Kanun Teklifi’nin 8’inci maddesinin beşinci fıkrasında verilen yetki ile Anayasa’nın 21’inci maddesinde konut dokunulmazlığının korunmasına matuf sınırlama sebepleri dışında siber saldırıların önlenmesi gibi muğlak bir amaçla konut ve işyerlerinde arama yapma ve el koyma işlemlerinin gerçekleştirilebileceğini söyledi. Yeneroğlu, bu durumun Anayasa’nın 13’üncü maddesinde belirtilen temel hakların ancak Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak sınırlandırılabileceği ilkesine açıkça aykırı olduğunu ve bu haliyle Teklif’in Anayasa’nın 21’inci maddesine de aykırı olduğunu ve konut dokunulmazlığı hakkının ihlal edildiğini belirtti. Bu kanunun kabul edilmesiyle birlikte hukuk devleti ilkesinin gün geçtikçe daha fazla geriletildiği bir iklimde kuvvetle muhtemel yüzeysel gerekçelerle konut dokunulmazlığının fazlasıyla ihlal edileceği örnekler ile karşı karşıya kalınacağının aşikâr olduğunu belirtti.
“Siber güvenlik düzenlemesinin temel hakların korunması açısından yeniden ele alınması zorunludur.”
Yeneroğlu, siber güvenliğin güçlendirilmesi kapsamında düzenlemeler yapılmasının çağın gereklerine uygun olduğunu ancak demokratik toplumlarda bu düzenlemeler yapılırken ifade özgürlüğü, özel hayatın gizliliği, haberleşme hürriyeti ve kişisel verilerin korunması gibi temel hak ve özgürlüklerin ancak Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen nedenlere bağlı olarak ve zorunlu tedbirler niteliğinde belli koşullarda sınırlamalara bağlanabileceğini ifade etti. Yeneroğlu, Kanun Teklifi ile getirilecek bu sınırlamaların temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunamayacağını ve demokratik toplum düzeninin gereklerine, ölçülülük ve belirlilik ilkelerine aykırı olamayacağını belirtti.
“İfade özgürlüğü ve basın hürriyeti üzerindeki baskı daha da artacaktır.”
Kanun Teklifi’nin Milli Savunma Komisyonu tarafından geri istenmesinin ve temel hak ve özgürlükleri ihlal etmeyecek şekilde ve belirsizliklerden arındırılarak yeniden düzenlenmesinin gerektiğini ifade eden Yeneroğlu, Teklif’in bu haliyle kanunlaşması durumunda ifade özgürlüğü ve basın hürriyeti üzerindeki baskının şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla artacağını vurguladı.

Van Büyükşehir Belediyesi’ne Atanan Kayyım Konusu Hk.
Şaibesiz bir şekilde ve halkın oylarıyla seçilmiş meşru belediye başkanlarının yerine hiç bir demokratik ve hukuki meşruiyeti olmayan bürokratların her seferinde kayyım sıfatıyla atanması ve bunun adet haline getirilip kanıksanması, sadece Van halkına değil tüm Türkiye’ye açıkça kötülük etmektir.
Demokrasilerde halkı kimin yöneteceği sadece seçimle belirlenir.
Hukuk devleti kurallarının işletildiği bir ortamda suç işlediği mahkeme kararı ile kesinleşmiş belediye başkanı yerine ancak belediye meclisi içinden seçim yapılarak yeni başkan ya da vekili belirlenmelidir.
Bu ilkesel duruştan hareketle, daha önceki sorumsuz örnekler tekrar edilerek, Van Belediye Başkanlığına da kayyım atanmasını kınıyorum. Bu açıkça yanlış ve sorunlu bir uygulamadır.
Van Belediye Başkanı’nın geçmiş yıllarda PKK ile ilgili olarak sarf ettiği ifadeler elbette çok çirkindir ve aşikâr şekilde yanlıştır, hiçbir durumda tasvip edilemez, masum da gösterilemez. Bunun ötesinde ‘PKK tükürüğüyle boğar‘ sözlerini sarf eden bir kişinin aday gösterilmesi de bir o kadar yanlış ve provoke edici bir tutumdur. Bu dilin ve tutumun demokratik hukuk devleti bilincinden çok uzak olduğu ve karşı çıkılması gerektiği de kabul edilmesi gereken bir zorunluluktur.
Öte yandan yakın tarihimiz boyunca her seferinde kapatılıp farklı isimlerle ortaya çıkan, bugün de DEM Parti olarak siyasi hayatta aktif olarak var olan ve milyonlarca vatandaşımızdan da oy alan bu siyasi hareketin, PKK terör örgütünün de beslendiği sosyolojiden tam olarak ayrıştırılamayacağı gerçeğini görmek, kabul etmek ve bunun üzerine silahın ve şiddetin olmadığı bir yol ve çözümü de hep birlikte geliştirmek zorundayız.
Kürt meselesi aslında daha ziyade bir Türk meselesidir, tarihi travmaların ve endişelerin neticesinde yaşanan ve yaşatılan acıların düğümüdür.
Ulusal birlik için zorunlu olduğunu düşündüğüm resmi ve ortak dil olarak Türkçe’nin zemini üzerine Kürtçe ve farklı dillerin de eğitim hayatında var olabildiği, anadil eğitiminin resmi okullarda da sunulduğu, yaygın ve yapısal olan ayrımcı tutumların sonlandırıldığı, Kürt kimliğinin ve Kürtçe’nin saygınlığının sağlandığı, eşit vatandaşlığın tesis edildiği bir istikamet, Türkiye için zorunlu olmanın da ötesinde aşılması gereken bir adalet ve temsil sorunudur.
Sürekli dış güçler, yabancıların oyunları vs masallarına sığınmak ve hatta kafayı kuma gömerek onlara zemin sunmak, çocukça bir yaklaşımla mütemadiyen başkalarını suçlamak yerine, sorunlarımızı idrak ve basiretle anlamalı, onlarla yüzleşmeli ve samimiyetle, saygı çerçevesi içinde meselelerimizi çözmeliyiz.
Geçmişte iyi niyetle başlatılan barış sürecinde iktidarı linç eden ve teröre yardımla itham edenlerin ve hatta meydanlarda yağlı urgan sallayanların bugün Abdullah Öcalan’ı Meclis’e davet etmesine bakıp tüm kesimler gereken dersi çıkarmalıdır. Tüm dışlamalara rağmen demokratik zeminde siyaset yapmak için direnen Kürt siyasi hareketini daha fazla marjinalleştirmeye çalışmak yerine siyaseti silahın gölgesinden nasıl kurtarabileceğimizi ve demokratik olgunluğa nasıl katkı sağlayabileceğimizi düşünmemiz gerekir.
İktidarıyla muhalefetiyle herkesin birbirini terörist ve hain olarak yaftalamasının ülkeyi ne hale getirdiği ortada değil mi?
Türkiye bu akıl tutulmasını artık daha fazla kaldırabilecek durumda değil.

‘Suçlusunuz Çünkü Yanlış Yerdesiniz!’ – Fiil Ceza Hukukundan Fail Ceza Hukukuna Koşar Adımlarla [Serbestiyet]
Bu sabah bir haber okudum. Sabah gazetesinin bir temsilcisinin İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nı ziyaretini haberleştiren Birgün gazetesinden iki muhabir gözaltına alınmış. Söz konusu ziyareti daha önce haber yapıp duyuran Sabah gazetesine suç isnadı ve gözaltı yok tabii. Ama haberi haber yapan suçlu!
Neden? Çünkü birisinin niyeti bozuk, toplumun huzurunu kaçırıyor, mutluluğunu engelliyor; diğeri vatan millet aşkı ile yanıp kavrulan, RTÜK Başkanı’nın ideal gazeteci iftiharına mazhar olmuş, kamu yararını gözeten, toplumu mutsuz kılabilecek haberler yapmayı aklından bile geçirmeyen örnek bir gazeteci.
Bir düşünce kalıbı bu.
İşin aslına bakarsak devlet gücü kullanarak suçsuz günahsız insanların özgürlüklerinin gasp edilmesi artık sıradanlaştı, her sabah benzer hukuksuzluklara uyandığımız için artık bu kötülükleri maalesef kanıksamış durumdayız. Birçoğumuz gerçekten her gün bu haberlerle mutsuz olmak istemediği için artık umursamıyor ve görmek dahi istemiyor. Böylece bilmiyor, haberi dahi olmuyor ve RTÜK Başkanı’nın da tahmin ettiği gibi daha mutlu oluyor. Bazıları için inanması zor olacak ama bakanlar ve iktidar milletvekilleri arasında dahi böyle insan çok.
Meseleye dönecek olursak, ‘Sabah gazetesinin ziyaret ile ilgili daha önce yaptığı haber suç olmuyor ve o haberi yapanlar gözaltına alınmıyor da neden Birgün gazetesi muhabirleri yapınca suç oluyor?’ sorusunu da aslında meraktan soruyor değiliz. Biliyoruz ki Sabah gazetesi muhabirleri ‘sendikalı‘ ama Birgün muhabirleri ‘Harran’lı!
Özellikle mevcut ceza hukuk sistemimizi nasıl tanımlayabiliriz diye düşünürken Ernst Fraenkel’in ‘İkili Devlet‘ tabiri aklıma geldi ama bizdeki gidişat biraz daha farklı. Düşünsenize İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı iktidar gücünün baş döndürücülüğüyle öylesine aksiyoner bir tutum içerisinde ki haberi haber yapanların akıbeti üzerine yorum yapan benim gibiler hakkında da bir suç uydurabilir. Nasıl olsa elinde o güç var. Aslında bir başsavcının bu davranış kalıbının da geçmişte örnekleri var ama yeni bir ceza soruşturmasına davetiye çıkarmaya gerek yok.
Bu gidişat ülkemizde, özellikle siyasi suçlarda zaten kısıtlı olarak geçerli olan fiil ceza hukukundan fail ceza hukukuna nasıl tüm toplumu kapsayacak şekilde koşar adımlarla yürüdüğümüzü gösteriyor. Kısaca ifade etmek gerekirse fiil ceza hukuku tüm modern devletlerde olduğu gibi kâğıt üzerinde bizde de geçerli olan ‘suç hukuku‘, yani cezai sorumluluğu sadece görüşlere veya failin kişiliğine değil, her zaman eylemlere bağlamaktadır. Buna göre cezai sorumluluk, belirli bir suçun işlenmesine ve cezalandırılabilirliğine ilişkin tüm koşulların fiil ve fail açısından karşılanmasını gerektirir. Objektif olarak cezalandırılabilir bir fiilin veya cezalandırılabilir bir sonucun meydana geldiğinin kanıtlanmasının yanı sıra, failin suç işleme konusundaki sübjektif bilgisi ve niyeti (bir suçun kasten işlenmesi) veya istisnai olarak ihmali de buna dâhildir.
Fail hukukunda ise fiilden ziyade fail cezalandırılır. Fail ceza hukuku ileri düzeyde otoriterleşmiş, hukuktan uzaklaşmış, ceza kanunlarını da ancak adamına göre uygulayan ‘ikili‘ devletlerde ortaya çıkar. Otoriter devlette herkes potansiyel suçludur. Çünkü otoriter devlet anlayışı ile ülkeyi yönetmeye çalışanlar hep diken üstündedir. Vatandaşlarına güvenmezler çünkü vatandaşları her an ‘nankörlük‘ yapabilir, bu sebeple niyet okurlar, suç fiiline değil, failin suç işleme potansiyelini hesap ederek önleyici davranırlar. Otoriterleştikçe bu önleme mantığı o kadar öne çekilir ki artık görüşler ve davranış kalıplarının da ötesine geçilir ve kimliklere bakılır. Yani ceza hukuku mantığına göre ifade edeceksek artık somut bir zararın ortaya çıkmasını ya da hâlihazırda işlenmiş bir suçun belirtilerinin ortaya çıkmasını beklemez, aksine her türlü riskin gerçekleşmesini önceden önlemeyi amaçlar ve böyle bir devlette polis de yargı da bir suç teşebbüsünü veya eylemi beklemez, reaksiyon değil aksiyon alır, operatif olur, proaktif hareket eder. Tabii ki polisin de yargının da bu tür ön alıcı, proaktif eylemlerinin sınırları da belirlenemez; doğal olarak gerçekleşmesini önlemeye çalıştıkları riskler kadar belirsiz, yani öngörülemez bir biçimde belirsiz kalırlar.
Önleyici devletin mantığı, ulaşılamaz bir idealin peşinde koşmanın aşırılığını ve sınırsızlığını da içerir. Bu anlayışa sahip bir devlet, hiçbir zaman tam olarak tatmin edici bir şekilde hedefini yerine getiremeyeceği için sürekli olarak tetikte ve aksiyonda olur. Artık sadece tehlikeye, genel potansiyel suçluluğa, şüpheye değil, riske yönelik önleyici eylem mantığında, vatandaş ile devlet arasındaki ilişkide ispat yükünün genel olarak tersine çevrilmesi de yer almaktadır. Risk her zaman ve her yerde var olduğu için norm haline gelir; tehlikesizlik ise vatandaşın kendi şahsı için kanıtlaması gereken istisnayı oluşturur. Önleyici devletin ruhu budur. Bu kısır döngüde makbul vatandaşlar, makbul olmamakla birlikte şüphelenilmeyen vatandaşlar, sorun çıkarma potansiyeli olanlar, tehlikeli bireyler ve şüpheliler arasındaki ayrım zamanla o kadar bulanıklaşır ki herkes ve her kesim her an potansiyel şüpheli olabilir.
Bugün yargı iktidara hizmet yolunda bu mantıkla işletildiği için tüm bunlar yaşanıyor.
Yani Birgün gazetesi muhabirleri suç işledikleri için değil ‘yanlış gazetede’ gazetecilik yapmaya çalıştıkları için gözaltındalar; bazı belediye başkanları suç işledikleri için değil ‘yanlış partide’ oldukları için terörist yaftası altında muamele görüp yerlerine kayyum atanıyor. Yolsuzluk herkes için suç değil, ‘yanlış partide olanlar’ veya ‘yanlış siyasi pozisyon alanlar’ için suç.
İnsanların tercihlerinin ve düşüncelerinin ‘yanlış’ ve dolayısıyla ‘sakıncalı’ ve dolayısıyla ‘suç’ olduğu vehmiyle hareket eden bir iktidar ve tüm bağımsızlığını bir yana koyarak o iktidara tüm enstrümanlarıyla destek veren bir yargı. Yaşadığımız karabasanın özeti kısaca bu maalesef.

AİHM Kararlarının İcra Edilmemesi Hk. Adalet Bakanlığı’na Soru Önergesi
Adalet Bakanı Sayın Yılmaz TUNÇ katılmış olduğu bir televizyon programında Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını uygulama oranının %89 olduğunu ve Avrupa ülkelerinin uygulama oranının ise %79 olduğunu ifade etmiştir. Bu kapsamda ülkemizin, Avrupa ülkelerinden daha fazla bir oranda kararları yerine getirdiğini beyan etmiştir. Bu beyanlar kapsamında ifadelerinin mefhumu muhalifinden de %11 oranında da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmadığını açıkça ifade etmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi, AİHM’in yaptığı yargılamaların dayanağı da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir ve Sözleşme’ye taraf olmamız nedeniyle Anayasa’nın 90’ıncı maddesi uyarınca AİHM kararları da Türkiye için bağlayıcıdır.
Sayın Bakan yaptığı açıklama ile sözde dezenformasyonu eleştirmekte ve düzeltme yaptığını beyan etmektedir. Şöyle ki; öncelikle Avrupa ülkelerinin AİHM kararlarına uyma oranı, Avrupa Konseyinin resmi internet sitesindeki verilere göre, %85’tir. Bu oranın Avrupa ülkeleri açısından düşük olmasının sebebi de Rusya, Azerbaycan, Arnavutluk, Gürcistan, Malta gibi demokrasi ve hukuk bilincinin zayıf olduğu ülkelerdir. Bunun yanında Türkiye açısından kararları uygulama oranı %90 olmasına rağmen dosya sayısı açısından da 456 dosyanın icrası yapılmamıştır. Dosyaların icra edilmemesi kapsamında oran olarak bize en yakın ülkeler Belçika ve Letonya’dır. Belçika’da 27 dosya beklemekte iken Letonya da ise sadece 12 dosya beklemektedir.
Hukukun üstünlüğünü esas alan ülkeler açısından ise İsveç’in dosya uygulama oranı %99 olup uygulanmayan dosya sayısı 1, Hollanda’da %94 olup uygulanmayan dosya sayısı 11, Slovenya’da %99 olup uygulanma bekleyen dosya sayısı 5’tir.
Bu çerçevede Sayın Adalet Bakanı’nın ifade ettiği uygulanmayan kararlara ilişkin %10 gibi büyük bir oran ve 456 dosya sayısı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının tamamen uygulandığını ileri sürmenin doğru bir açıklama olmadığı ve kamuoyunu yanılttığı ortadadır.
Bu bağlamda;
- Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni askıya aldığı bir dönem olmuş mudur? Olmuş ise Sözleşme hangi tarihlerde askıya alınmıştır?
- Verilere göre AİHM’in vermiş olduğu uygulanmayan 456 dosyada kaç kişi hakkında ihlal kararı verilmiştir? Verilen bu ihlal kararlarında Türkiye aleyhine hükmedilen tazminat miktarı ne kadardır? Verilen bu ihlal kararlarında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hangi maddelerinin ihlal edildiğine hükmedilmiştir?
- AİHM’in Osman KAVALA ve Selahattin DEMİRTAŞ hakkında vermiş olduğu ihlal kararları neden uygulanmamaktadır?
- AİHM’in “ihlalin çok sayıda insanı etkileyen sistemik bir sorundan kaynaklandığının ve böyle bir kararın icrası için ulusal düzeyde genel tedbirler alınması gerektiğini” özellikle vurguladığı on binlerce kişiyi ilgilendiren Yüksel YALÇINKAYA kararı uygulanmış mıdır? Uygulanmıyor ise hangi gerekçe ile uygulanmamaktadır?
- Türkiye’de AİHM kararlarının %11’inin uygulanmadığı gerçeği karşısında, ihlal kararları uygulanmayan vatandaşlarımızın mağduriyetleri nasıl giderilecektir? Bu vatandaşlarımızın hukuki sorunlarının nasıl çözülmesi düşünülmektedir?
- Türkiye açısından hem AİHS hem de Anayasa gereğince bağlayıcı olduğu çok açık olan AİHM kararlarına uyulmaması sonucu ortaya çıkacak olan yaptırımlar nelerdir ve bu yaptırımların ülkeye verdiği zararın sorumluluğunu hangi kurum üstlenecektir?

6 Şubat Depremlerinin 2. Yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na Soru Önergesi
Barınma hakkı Anayasa ile güvence altına alınmış temel haklardan biridir. Bu hak kapsamında depremden etkilenen afetzede vatandaşlarımıza temel insani ihtiyaçlarını karşılayabilecek, insan onuruna yakışır standartlarda, güvenli, ulaşılabilir, dayanıklı ve aynı zamanda elektrik, su, doğalgaz, internet gibi asgari yaşamsal hizmetleri içeren barınma hizmeti sağlanması Anayasal bir zorunluluktur. Çadır ve konteyner gibi barınma çözümlerinin kısa vadeli olarak kullanılması, afetzedelerin mümkün olduğunca kısa sürede kalıcı konutlara erişiminin sağlanması gerekmektedir.
Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının 2023 Kahramanmaraş ve Hatay Depremleri Raporu’na göre Şubat 2023 depremlerinde 35.355 binanın yıkılmış olduğu, 17.491 binanın acil olarak yıkılması gerektiği ve 179.786 binanın ağır hasarlı olduğu tespit edilmiştir. Raporda bu binalardaki (yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır hasarlı) bağımsız bölüm sayısı da 651.416 olarak ifade edilmiştir.
Aynı raporda orta hasarlı bina sayısının 40.228 ve orta hasarlı bağımsız bölüm sayısının 166.132 olduğu belirtilmiştir. İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının 21/11/2023 tarihli ve 2023/8 sayılı Genelgesi ile orta hasarlı olduğu kesinleşen binaların başka bir işleme gerek kalmaksızın ağır hasarlı binalar gibi işlem göreceği düzenlenmiştir. Ancak anılan Genelge ile bütün kat maliklerinin beşte dördünün yazılı rızası ile orta hasarlı binalarının güçlendirmeye uygun olduğuna dair rapor alan hak sahiplerinin, yapı ruhsatı almaları halinde binalarını güçlendirebilmelerine de imkân sağlanmış ve güçlendirme işlemleri için azami bir yıllık bir süre öngörülmüştür.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın müteaddit açıklamasına baktığımızda ise;
- 12 Mart 2023’te orta hasarlı binaların da dahil edilmesiyle 650 bin konut ihtiyacı olduğunu ve 244 bin konut ve 75 bin köy evinin inşasının bir yıl içerisinde bitirileceğini,
- 12 Mayıs 2023’te 650 bin yeni konut yapılacağını ve bunun 319 bininin 1 yıl içerisinde tamamlanacağını,
- 26 Ekim 2024’te 130 bin konutun teslim edildiğini, yılsonuna kadar 201.688 konutun teslim edileceğini ve 2025 sonu itibarıyla da 452.958 konutun teslim edilmiş olacağını,
- Son olarak 6 Şubat 2025’te 201 bin konutun teslim edildiğini ve 2025 yılı sonuna kadar toplam 453 bin konut yapılacağını ve evine girmeyen, işyerine kavuşmayan tek bir vatandaşımızın dahi bırakılmayacağını, ifade ettikleri görülmektedir.
Bu bağlamda;
- 6 Şubat depremlerinin üzerinden 2 yıl geçmesine rağmen 1 yıl içerisinde tamamlanması öngörülen 319 bin konut yerine neden sadece 201 bin konut teslim edilebilmiştir?
- Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının Raporu’nda orta hasarlı binalar dahil edilmeden yıkılmış, acil yıkılması gereken ve ağır hasarlı bağımsız bölüm sayısı 651.416’dır. Orta hasarlı binalardaki bağımsız bölüm sayısını da dahil ettiğimizde bu rakam 817.548’e yükselmektedir. Oysa Sayın Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarında orta hasarlı binaların da dahil edilmesiyle 650 bin konut ihtiyacı olduğu belirtilmektedir. Bu rakamlardaki tutarsızlık nereden kaynaklanmaktadır ve gerçek konut ihtiyacı sayısı kaçtır?
- Her ne kadar daha önce yapılan açıklamalarda 650 bin konut ihtiyacı olduğu belirtilse de son yapılan açıklamalarda 2025 yılı sonuna kadar 453 bin konut yapılacağı ifade edilmektedir. Kalan 197 bin konutun yapılmamasına mı karar verilmiştir yoksa 2025 yılından sonra mı yapılması planlanmaktadır?
- İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının 21/11/2023 tarihli Genelgesi sonrasında orta hasarlı olduğu tespit edilen 40.228 binadan kaç bina güçlendirme yapı ruhsatı almıştır? Yapı ruhsatı alan binalardan kaçı verilen süre içerisinde güçlendirme işlemlerini tamamlayabilmiştir? Güçlendirme işlemi için yapı ruhsatı başvurusunda bulunmayarak ağır hasarlı kabul edilen bina sayısı kaçtır? Güçlendirme yapı ruhsatı başvurusunda bulunmuş ancak süresi içerisinde güçlendirme işlemi tamamlanamadığından 7269 sayılı Kanun gereği ağır hasarlı kabul edilen bu binaların yıkımları tamamlanmış mıdır? Sonradan ağır hasarlı kabul edilerek yıkılan bu binalardaki hak sahipleri için konut yapılması planlanmakta mıdır?

Bir Yargı Reformu Önerisi: Hukuka Uymak [Serbestiyet]
Cumhurbaşkanı tarafından Yargı Reformu Stratejisi 2025–2029 Belgesi “Türkiye Yüzyılı Adaletin Yüzyılı” sloganı ile kamuoyuna takdim edildi. Tabi adalet sisteminin tersyüz edildiği ve büyük adaletsizliklerin artık fazla dikkat çekmeyecek düzeyde sıradanlaştığı ülkemizde kamuoyunda bu yeni ‘Reform Belgesi’ kimseyi heyecanlandırmadı.
Türkiye’de yargıya güven en düşük seviyede, adalet mekanizması çökmüş durumdadır. Cezaevlerindeki doluluk oranları, adalet sistemindeki çöküşün bir diğer göstergesidir. Avrupa’da en fazla cezaevi nüfusuna sahip ülke olan ülkemizde cezaevleri doluluk rekorları kırıyor. Ocak 2025 verilerine göre, Türkiye’de cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısı toplam kapasitenin % 27,48 üzerine çıkarak 384 bin 216’ya ulaşmış vaziyette.
Yeni belgede gerçekten bir reform, yani anlamlı bir iyileştirme var mı?
Peki, bu vahim tablo karşısında yeni belge ne vaat ediyor? Başlıklara baktığımızda hak ve özgürlükler, Avrupa Birliğine uyum, adalet sisteminin işleyişi ile ilgili amaç ve hedefler kulağa hoş gelse de bu başlıklarla ilgili ciddi ve somut bir iyileştirme adına 85 sayfalık belgede kayda değer hiçbir şey yok. Nitelikli bir reformdan ziyade bazı iyileştirmeleri içeren ‘yapılacak işler’ listesiyle karşı karşıyayız. Görünen o ki iktidar, mimarı olduğu yargının mevcut durumundan memnun ve reform yapılmasını istemiyor. Kamuoyunun da bir beklenti içerisinde olmadığı açık; zira açıklanan belge hakkında neredeyse hiçbir yorum yapılmamış durumda.
Belgede yer alan bazı olumlu öneriler arasında uyuşturucu ile mücadelenin etkinleştirilmesi, çocukların adli süreçte daha etkili korunmasına yönelik mekanizmaların güçlendirilmesi, hukuk yargılamalarının sadeleştirilmesi, aile hukuku uygulamalarında düzelmeler, yeni bir icra ve iflas kanununun hazırlanması, adli yardıma ayrılan kaynakların artırılması, aile içi ve kadına yönelik şiddetle mücadele, yaşlı ve engellilerin adalete erişimlerinin kolaylaştırılması, yaşlı ve ağır hasta hükümlüler ile çocuk sahibi kadın hükümlüler için alternatif infaz usullerinin vaat edilmesi, hukukçu kalitesinin artırılması ile ilgili hukuk eğitimine yönelik devamlı ertelenen zorunluluklar, hukuk ve adalet dersinin liseleri kapsaması ve birgün iktidara da sirayet edeceğini ancak ümit edebileceğimiz hukuk bilgilerinin topluma yaygınlaştırılmasına yönelik çalışmalar gibi hedefler sayılabilir. Acil gündeme alınması gereken yapısal reformalar yanında ayrıntı olarak değerlendirilecek hususlar olsalar da bu iyileştirmeler elbette not edilmeye değer.
‘Adaletin Yüzyılı’ reformunda ciddi gerileme önerileri de var
Diğer tarafta belgedeki öneriler arasında çok ciddi sorunlar da var. Örneğin; “Hapis cezasının üst sınırı iki yıldan fazla olmayan ve tutuklama yasağına tabi olan suçlarda kişinin davranışlarının yeniden bir suç işleyeceği hususunda kuvvetli şüphe oluşturması, suçun işleniş şekli, suçun kamu düzenini ağır şekilde bozma tehlikesi gözetilerek tutuklama tedbirine başvurulabilmesine yönelik düzenleme yapılacaktır.” hedefi, son yıllarda artık sıkça yaşadıklarımız dikkate alındığında yeni istismarların önünü açabilecek niteliktedir.
Ülkemizde tutukluluğun bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığı ve adil yargılanma hakkını ihlal eden uzun tutukluluk sürelerinin göz önüne alındığında, tutukluluk ile ilgili yapılacak yeni düzenlemenin özellikle siyasi boyutu olan davalarda haksız tutuklamaları artıracağı ve tutuklama tedbirinin iktidarın sopası olma işlevini daha fazla güçlendireceği aşikardır. Özellikle ifade ve düşünce özgürlüğünü kısıtlayacak tarzda uygulamalar ile suçu ve suçluyu övme, kanunlara uymamaya tahrik, halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçu kapsamında belirtilen suçlar ile sivil topluma yönelik baskı ve tehdit daha da artacaktır. Bu maddenin kabulü ile şüpheden sanığın yararlanması ilkesinin tersyüz edilmesine ve şüphenin sanığın aleyhine kullanıldığı uygulamalara daha sık şahit olacağız.
Belgede yer alan bir diğer sorunlu madde, ‘‘Adalet komisyonu başkanlarına, hâkimler hakkında rapor yazma yetkisi verilmesi” düzenlemesidir. Adına yargı reformu denilen bu tür düzenlemeler, yargı erkinin yürütme erkinden bağımsızlığını güçlendirecek mekanizmaları içermesi gerekirken hâkim ve savcılar üzerinde yürütme erkini daha da güçlendirecek ek bir mekanizma oluşturacaktır. Siyasi bir yapı olan Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) tarafından atanan komisyon başkanlarının hâkimler hakkında rapor yazması, yargı üzerindeki siyasi etkileri daha da artıracaktır.
Öncelikle iktidar gücünün hukukla sınırlandırması şarttır
Strateji belgesinde yeni anayasa yapımı konusu da yer almaktadır. Bu kapsamda hukukun üstünlüğünü esas alan, kapsayıcı yeni bir anayasa vaadi dikkatleri çekiyor. Ancak iktidar tarafından mevcut Anayasa‘nın rafa kaldırıldığı bir ortamda, yeni bir Anayasa sözünün inandırıcılığı yoktur. Demokratik mekanizmaların işletilmesi ve hukuk devletinin en azından asgari gerekliliklerinin yerine getirilmesi için iktidarın elini tutan da yoktur. Yetki de siyasi güç de iktidardadır. Evet, Türkiye’nin yeni bir Anayasa’ya ihtiyacı vardır fakat bugün önümüzde duran büyük sorunların çözümü için atılması gereken adım yeni bir Anayasa değil, her şeyden önce samimiyetle hukukun üstünlüğü ilkesine dönülmesi ve iktidar gücünün hukukla sınırlandırılmasıdır.
Yapılacak yeni anayasa ile kurumsal anlamda yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını doğrudan etkileyen HSK’nın yapısının da ele alınacağı ve yeniden düzenleneceği ifade edilmektedir. Bu konu 23 yıllık Ak Parti iktidarında pek çok kez dile getirilmiştir. Ancak halen demokratik bir hukuk devletine yakışır bir düzenleme yapılamamıştır. Bugün yeni ismiyle HSK adındaki kurul tamamen iktidarın güdümüne alınmış olarak yargının iktidara bağımlılığının kurumsal teminatıdır.
Nitekim, Avrupa Konseyi bünyesinde olan Venedik Komisyonu daha geçen ay HSK ve üyelerinin seçimine ilişkin raporunda Türkiye’deki yargı sisteminin bağımsızlığı konusunda ciddi endişeler olduğu ve acil reformlar yapılması gerektiğini belirtmektedir. Komisyon, HSK’nın yapısı ve işleyişinin yargı bağımsızlığı ilkesiyle uyumlu olmadığına ve mevcut sistemin uluslararası standartlara uymadığına dikkat çekmektedir. HSK’nın yargı sisteminin bağımsızlığını korumaktan çok, yürütme ve yasama organlarının etkisi altında olduğunu ve “denetim” yetkisinin, hakim ve savcılar üzerinde kontrol kurma olarak algılandığını ve bu durumun, yargıya olan kamu güvenini ciddi şekilde sarstığını vurgulamaktadır.
Özetle, strateji belgesinde ‚yeniden değerlendirileceği‘ belirtilen ‚HSK’nın yapısı, Adalet Bakanı ve Adalet Bakanı Yardımcısı ile Cumhurbaşkanı tarafından seçilen üyelerden arındırılmalı, HSK’nın yürütmeye bağlılığı sonlandırılmalıdır. Bu olmadan yargıdan bağımsız hareket etmesini ve adaleti sağlamasını beklemek mümkün değildir.
Mevzuattan kaynaklanmayan sorunlar, mevzuat değişiklikleri ile çözülemez
Strateji belgesi, ifade özgürlüğü, kişi hürriyeti ve güvenliği konularına da değinmekte ancak bu temel haklarla ilgili derin sorunları çözecek somut bir öneri sunmamaktadır. Daha önce getirilen sosyal medya ve dezenformasyon yasaları, bu hakların kötüye kullanılmasına ve toplumun baskı altına alınmasına yol açmıştır. Bu nedenle yeni strateji belgesinde söz konusu hakların etkin kullanımına yol açacak düzenlemelere yer verilmesi gerekirken maalesef yeni belge de bu sorunları çözmekten çok uzaktır.
Avukatların sorunları ile ilgili olarak da belgede bazı düzenlemeler yer almaktadır. Avukatların bilgi ve belge temininde yaşadığı sorunlar, avukatlık hizmetlerinden alınan yüksek vergilerin düşürülmesi gerekliliği, zorunlu müdafi ve vekillere yapılacak ödemeler gibi konular ne yazık ki yıllardır yılan hikayesine dönmüş durumdadır. Reform ile bu hususların çözüleceği ileri sürülse de önceki dönemlerde de bu gündemde olmuş ancak iktidar tarafından çözüme ilişkin bir irade ortaya konulmamıştır. Bu nedenle yeni reform belgesi avukatların sürüncemede kalan sorunlarını maalesef çözmekten uzaktır.
Yargı reformu strateji belgesinin belki de en önemli kısmı, ceza adaleti ile ilgili kısımdır. Ancak görülen o ki yapılacağı iddia edilen düzenlemelerle ceza adaletinin sağlanması ihtimal dışıdır. Sorunlarla yüzleşmeyenler, elbette çözüm de üretemez. Ceza adaletinde, etkin soruşturma yapılmaması, adil yargılamanın sağlanamaması, makul sürede yargılamaların bitirilememesi, cezanın infazı kapsamında gerçekleştirilen hukuka aykırı uygulamalara son verilememesi ülkemizde kanayan birer yaradır. Yeni reform kapsamında bu hususlara soyut olarak değinilmiş olsa da sorunları temelinden çözecek herhangi bir öneri getirilememektedir. Dolayısıyla bu durum karşısında strateji belgesi tıpkı önceki refomlar gibi gerçeklikten kopuk ve dolayısıyla yetersizdir.
Son olarak, reform çerçevesinde ceza adalet sistemi hakkındaki diğer bir öneri de mevzuat ile ilgili olarak yapılacağı beyan edilen düzenlemelerdir. Ülkemizde ceza mevzuatı da tıpkı Anayasa gibi yap boz tahtasına dönmüştür. Sürekli yapılan mevzuat değişiklikleri ile ceza sistemi iflas etmiş, cezasızlık algısı iyice yerleşmiştir. Özellikle siyasi iktidarla bağlantılı kişilerin kayırılması ceza adaletine olan güveni yok etmiştir.
‘Yargı Reformu Belgeleri’ mevcut durumda ancak mizah konusu olabilir
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı, HSK’nın yürütmenin altında bir araç olduğu, hakimlerin teminatı olmadığı için yargının sopa olarak kullanılabildiği, istisnai bir tedbir olan tutuklamanın doğrudan cezalandırma olarak uygulandığı ve her alanda hukuku ayaklar altına alan bir anlayışın hakim olduğu bir ülkede ‘Yargı Reformu Belgeleri‘ veya hazırlanacağı ifade edilen yeni bir ‘İnsan Hakları Eylem Planı‘ sadece mizah dergilerine kapak olabilir.
Adaletin teferruat, yargının iktidara hizmet eden kullanışlı maşa olarak görüldüğü sürece iktidar istediği kadar ‘Yargı Reformu Strateji Belgesi‘ ya da ‘İnsan Hakları Eylem Planı‘ hazırlasın, bir işe yaramaz.
Hukuk devletinin asgari şartlarının sağlanmadığı, denge-denetleme mekanizmalarının tesis edilmediği, kuvvetler ayrılığının ve yargı bağımsızlığının görmezden gelindiği bir ortamda hazırlanan hiçbir belge iflas eden yargının dertlerine çare olamaz. Nitekim Cumhurbaşkanı‘nın Mart 2021’de devasa bir lansmanla açıkladığı İnsan Hakları Eylem Planı da 2019 yılında açıklanan Yargı Reformu Strateji Belgesi de hiçbir işe yaramadı.
2 Mart 2021’de büyük bir lansmanla açıklanan İnsan Hakları Eylem Planı’nın da akıbeti ülkemizin hazin halini gösteriyor zaten. İktidar gücünü kısıtlayan ciddiye alınabilecek bir yapısal reformun uzağından dahi geçilmediği gibi Eylem Planı‘nın 3’te 2’si unutuldu, unutturuldu. Eylem Planı için vaat edilen takip mekanizması da takip edilecek olan tablonun trajik hali sebebiyle hiç kurulmadı zaten. Şimdi yeni bir İnsan Hakları Eylem Planı hazırlanacakmış. Tabi ki mevcut anlayışla bu vaadin de ciddiye alınacak bir tarafı yok.
Elbette Türkiye’de hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, insan hakları ve kurallı piyasa ekonomisi konusunda gerçekten kuşatıcı bir reforma ihtiyaç vardır. Ancak insan hakları konusunda reform yapmak için ‘Amerika‘yı yeniden keşfetmeye gerek yok.’
Evrensel hukuka uymak, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarının gereğini yerine getirmek bugünün Türkiye‘si için büyük bir adalet reformu olma özelliği taşıyacaktır.
Yapılması gerekenler açıktır:
Devletin varlık sebebinin insan onurunu korumak olduğu bilinci iktidar nezdinde yerleşmeli, insan haklarına saygılı ve kendisini Anayasa ile bağlı gören bir yönetim anlayışı egemen kılınmalıdır. Hukukla sınırlandırılmayan devlet mutlaka zorba devlet olur. Değişmesi gereken öncelikle zihniyettir ve yapılması gereken sadece adalete tabi olmak ve hukuka uymaktır.
Yargıyı baskı altına almaktan vazgeçilmeli, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı tesis edilmelidir.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları uygulanmalıdır.
Evrensel hukukun kabul etmediği suçlar icat etmekten, yasal işlem ve eylemler dolayısıyla insanları yargılamaktan ve cezalandırmaktan vazgeçilmelidir.
Her şeyden önce adaletin edebiyatını yapmaktan vazgeçmeli ve adaletli olunmalıdır!
Sözün özü; iktidar gerçekten bir yargı reformu yapmak istiyorsa basit bir önerim olacaktır: Hukuka uymak.

Bir Cezaevi ziyareti: ‘’Beni buraya getirdilerse Türkiye’de herkesi buraya getirebilirler.’’ [Serbestiyet]
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu’nun, 2 Aralık 2024 tarihli “Serbestiyet” internet dergisinde yayımlanan köşe yazısını aşağıda paylaşıyoruz.
İki görevlinin ittirdiği tekerlekli sandalyesinde 79 yaşındaki Melek İpek Hanım kapıdan göründü. Ayağa kalktım, yanıma yaklaştığında bana tutunarak ayağa kalkmaya çalıştı. Eskiden Melek Anne diye eline sarılanların bugün köşe bucak kaçtığı bu kişinin kim olduğunu düşünüyordum. Melek Hanım’ın elinden hiç menemen yememiştim. Ne Ankara’daki çiftliklerinin müdavimiydim ne de İpek ailesine ait olan Türkiye’nin en pahalı otelinde -üstelik ücretsiz- kalmışlığım vardı! Melek Hanım’ın oğlu bildiği başbakanlar, bakanlar, belediye başkanları ve milletvekillerinden biri değildim.
Geçen hafta bir dostum “Cafer Tekin İpek’i tanıyor musun?” diye sordu. “Hayır” dedim. Adını dahi duymamıştım. “Onun darbe öncesinde de cemaat ile hiç alakası yoktu. Abisini yakalayamadıkları için kinlerini ondan çıkardılar.’’ “Lütfen dosyasını inceler misin?” dedi.
“İpek” soyadını elbette sıkça duyuyordum. Ne de olsa aile kamuoyuna mal olmuş, Türkiye’nin sayılı ailelerinden biriydi. Ancak ben hiçbir aile ferdi ile tanışmamıştım. Ne Melek İpek’i ne de Türkiye’nin sayılı iş insanları arasında olan oğulları veya kızları ile… Melek Hanım’ın elinden hiç menemen yememiştim. Ne Ankara’daki çiftliklerinin müdavimiydim ne de İpek ailesine ait olan Türkiye’nin en pahalı otelinde -üstelik ücretsiz- kalmışlığım vardı!
Melek Hanım’ın oğlu bildiği başbakanlar, bakanlar, belediye başkanları ve milletvekillerinden biri değildim. Eşim de, Melek Hanım’ın kızı saydığı, öz kızına kardeş bildiği devlet eşrafının eşleri arasında değildi. Ayrıca Cafer Tekin Akın’ın “arkadaşlarım” diye saydığı, “yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi” dediği, şu anda devleti ve Ak Parti’yi yönetenler arasında da bulunmuyordum.
Doğrusunu söylemek gerekirse Melek İpek Hanım’ın tutuklanması öncesi İpek ailesinin yaşadıklarıyla fazla ilgilen(e)memiştim. Aslında bunun özel bir sebebi yoktu. Bir taraftan aşırı yoğunluğum, diğer taraftan da herhalde zengin bir aile olmaları sebebiyle onlarla zaten ilgilenen vardır diye düşünmem, belki de bazen önüme düşen Akın İpek’in tweetleri nedeniyle… Akın İpek’in öfkesini anlamaya çalışıyordum ama ailesi bu durumda iken İngiltere’den yazdıkları ve ortalığa saçılmış bunca gerçek varken; ülkenin ve milyonlarca insanın Fethullahçı yapı eliyle çektiği bunca sıkıntı ortadayken özeleştiriden yoksun bir biçimde hâlâ o yapıyı olumlayan yaklaşımlarını tasvip etmem mümkün olamazdı. Benim açımdan mesele sadece o korkunç darbe teşebbüsü gecesi de değildi üstelik. O oluşum darbe teşebbüsü öncesinde de sekter yapısı ve ajandaları ile ayrıca mahrem paralel devlet yapılanması sebebiyle sadece görünürdeki hayır işlerine göre değerlendirilebilecek bir organizasyon değildi asla. Gayrimeşru yöntemlerle iktidar savaşı içinde yapmadıkları kötülük yoktu.
Bu sebeplerle temkinli yaklaşıyor, Cafer Tekin İpek’in dosyasındaki hukuki tespitleri merak ediyordum. Dosyayı incelerken okuduklarıma şaşırdım mı, ona da emin değilim. Çünkü terör örgütü üyeliği hükmü verilen bunun gibi binlerce boş dosya okumuştum. Bazen şaşırdığıma da şaşırıyordum. Yapılan propagandanın tesiri olsa gerek. Ya da Fethullahçı yapıyla ilgili geçmişten duyduğum derin endişe sebebiyle. Cafer Bey silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 11 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmış. Gerekçe; İpek ailesine ait şirketlerde hem hâkim ortak hem yönetim kurulu üyesi olması ve şirketleri FETÖ/PDY örgütünün amaçlarını gerçekleştirmek için yöneten kişilerden biri olması. Bu minvalde medya şirketleri, vakıf ve üniversite kurması ve şirketin gelirleri ile himmet paraları aktarımı işlemlerine imza atması.
Elbette bu medya şirketlerinin alımı ile veya vakıf ve üniversite kurulması ile ilgili olsun dönemin başbakanı ve bakanları tarafından özellikle ve bizzat teşvik edildikleri;
Vakıf ve üniversitenin kurulması ve yer tahsis edilmesi, hatta yandaki arsanın dahi tahsisinin yine başbakan ve bakanların teşviki ile ancak gerçekleştirilebileceği;
Vakfın hükümet kararı ile kamu yararı statüsüne sahip olduğu;
Şirketlerinden bağış yaptıkları, yani “himmet verdikleri” derneklerin bakan ve milletvekillerinin görünmek için yarıştığı yerler olması; nedense hep göz ardı edilen hususlar olmuş.
Ve daha ötesi suçun oluşmasının olmazsa olmazı olan, “kişinin örgütün terör, cebir ve şiddetine bilerek ve isteyerek destek verdiğine” dair 540 sayfalık Ağır Ceza Mahkemesi kararında bir cümlelik izahat dahi olmadığı gerçeklerini yok sayarsak ancak kendisini “Vay terörist” diye yaftalayabiliriz.
Bu arada itiraf edeyim: Şirket üzerine kayıtlı beş yüzün üzerinde telefondan birisinde veya ikisinde bylock programının çıkmış olmasını, bu telefonların her ne kadar Cafer Bey tarafından kullanılmadığı kesin olarak tespit edilmiş olsa dahi şirket ortağı ve yöneticisi olarak ona mal edilmiş olmasını, ayrıca şirket tarafından yüzlerce Zaman gazetesine ücret mukabilinde abone olunarak ücretsiz dağıtılmış olmasını da vahim terör eylemlerini gerçekleştirmede “süreklilik, yoğunluk ve yarattığı tehlikede kararlılık” içinde hareket etmiş olduğu saptamalarını ‘sümen altı’ etmiş oldum.
Anlayacağınız o ki hukukun nasıl katledildiği adına ibretlik bir karar. Daha doğrusu önceden verilmiş bir kararın trajikomik bir şekilde gerekçelendirme çabası. Tam bir düşman hukuku örneği!
Cafer Tekin İpek kararını okuduktan sonra kendisini ve annesi Melek İpek’i cezaevinde ziyaret etmek için Adalet Bakanlığından izin aldım. 29 Kasım 2024 Cuma sabahı, ilk önce Cafer Tekin İpek ile görüşmek istedim. Her haliyle saygı uyandıran bir beyefendi ile karşılaştım. Karşımda 9 yıla yakındır özgürlüğü gasp edilmiş bir insan vardı. Benim için ülkemin halini de özetleyen bu hazin tablo zaten başlı başına derin bir mahcubiyet konusuydu. Beni gördüğüne mutlu olmuştu. Tebessümü bile elinden bir şey gelmeyen beni eziyordu. Uzun uzun anlattı. Suçunun ne olduğunu soruyordu; ortada bir suçun olmadığını bilerek. Şu anda devleti yönetenler arasında isim isim saydığı birçok kişiyi “arkadaşlarım” diye ifade ederken, sıra gecelerinden bahsederken “Onlara lütfen sorun, birisi dahi bana terörist diyebilir mi acaba?” diye soruyordu!
“Paramız pulumuz, malımız, mülkümüz sizin olsun. An azından anama bu zulmü yapmasınlar” derken içim yanıyordu. Yıllar sonra annesine cezaevinde sarılıp hasret giderme anı gözümün önüne geldi o anlatırken. Cezaevindeyken eşi kendisinden boşanmıştı. O acıyı içine gömmüş gibiydi ama asıl onu ezen ve gözlerini yaşartan 9 yıldır oğlunu, gururla anlattığı gelinini, yüzü gülerek takdim ettiği kızını görememesiydi. Doğrusu o anlatırken ben de kendimi zor tutuyordum. Tüm yıkıma karşı direnen, evlatlarının başarıları ile yaşama tutunan, güzel bir babaydı karşımda oturan kişi. Kucaklaşarak ayrıldık. Ayrılırken o ne düşünüyordu bilmiyorum ama benim aklımda arkadaşlarının sessizliği vardı. Yediği içtiği ayrı gitmeyen, sessizliklerine anlam veremediği o meşhur arkadaşları. Oysa imtiyaz, ayrıcalık beklemiyordu. Sadece adil şahitlik yapmamaları onu yıkıyordu.
Acaba bu durumda kim cezaevinde, kim tutsak diye düşündüm. Cafer Tekin İpek mi yoksa suçsuzluğunu bildikleri halde kâh başımıza bir şey gelmesin diyerek kâh makamlarını, mevkilerini ve menfaatlerini yitirmemek için, itibarlarından ve konforlarından taviz vermemek için susanlar mı? Bedenleri tutsak olanlar belliydi. Peki ya zihinleri tutsak olan dışardakiler? Onlar da aslında tutsak değil miydi?
Vakit öğlene yaklaşmıştı. Belliydi ki Cuma’yı kaçıracaktım. Ezanı duydum mu emin değilim. Zihnimde özgürlüğün ve adaletin teminatı olarak tasavvur ettiğim ezanı. O ezan ki; adalete şahitlik iddiasını canlı tutmak için günde beş vakit bir ikaz değil miydi? Fakat adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir beldede ezanlar ancak özünden yoksun bir ritüele davet sayılırdı.
Hutbeyi bugün dinleyemeyecektim. Hani sonunda hep o meşhur “Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” ayetini dinlediğimiz hutbeyi. Zaten bu adaletsizliklere göz yuman insanlar gerçekten duyuyorlar mı diye hep merak ettiğim o ayeti. Veya o vakit milyonlarca insanın kıldığı o namazın neden Şuayb Peygambere emrettiğini emretmediğini… Açıkçası bu topraklardaki büyük adaletsizliği yaratan ve sürdüren yönetici sınıfın, uygarlığın en yüksek değeri olan adaleti sağlamak üzere rahatlarından vazgeçmeye hazır olma iddiasından çoktan yüz çevirdiğini biliyordum. Adaleti gözetmekle mükellef olduğunu çoktan unutmuştu bu topluluk.
Elbette Melek Hanım ile görüşmeden cezaevinden ayrılamazdım. Sincan Cezaevi kompleksinde birkaç blok ötedeki Kadın Kapalı Cezaevine geçtim. Görevli infaz memurları nezaketle karşılayıp bir açık görüş odasına götürdüler. Odada beklediğim 10 dakika boyunca ülkemde yaşanan onca kötülük ve zulmü düşündüm. Elimizden bir şey gelmemesini, sözün değersizliğini, vicdanların nasıl bu kadar körelebildiğini, kin, nefret ve düşmanlığın zihinleri nasıl bu kadar işgal ve iğfal edebildiğini… Bu kadar kötülüğün nasıl da adalet zannı ile işlenebildiğini, “yüzde 99’u Müslüman olan ülkede” diye başlayan cümlenin meşruiyetini değer yargılarında değil de sayıda arama zavallılığını…
Ben acizliğime yığılmışken yakınlaşan sesler yükselmeye başladı. İki görevlinin ittirdiği tekerlekli sandalyesinde 79 yaşındaki Melek İpek Hanım kapıdan göründü. Ayağa kalktım, yanıma yaklaştığında bana tutunarak ayağa kalkmaya çalıştı. Yardımcı olmaya çalıştım, boynuma sarıldı. “Oğlum hoş geldin” derken içim burkuldu, çünkü siyaset sahnesine adım attığımdan beri canhıraş söndürmeye çalıştığım yangınların birçoğuna yetişemediğim gibi buraya da geç kalmıştım. Elden bir şey gelmezken insanlara ümit verir miyim diye hep endişe ederim. Bugün de öyleydim. Ama Melek Hanım beni o kadar sıcak karşıladı ki sanki bekliyor gibiydi, geciktiğimi de biliyor gibi…
Karşımda duran, annemden biraz daha yaşlı bir hanımefendinin o anda elini öpmemiş olmanın da ayıbı üzerimdeydi doğrusu. Karmaşık duygular içindeydim. Eskiden Melek Anne diye eline sarılanların bugün köşe bucak kaçtığı bu kişinin kim olduğunu düşünüyordum. Etrafına huzur veren bir aura hemen hissediliyordu.
Melek Hanım ile görüşmeye gelmeden önce tutuklandığı günlerde dava dosyasını incelemiştim. Aslında bu bile gereksizdi. Özellikle FETÖ yargılamalarında ciddi hukuksuzluklar vardı; mahkemeler kişinin kastını ispat etme, suçun manevi unsurunun varlığını yıllarca cezaevine mahkûm ettikleri insanlarda ortaya koyma gereği duymuyorlardı. Zaten yıllardır ceza kanunları sadece garibanlara ve öteki olarak fişlenenlere işliyordu. Egemenlerin yargısı adaletsizliği sisteme dönüştürmüştü. Yıllardır okuduğum dosyalar, dindirmeye çalıştığım adaletsizlikler ve hukuk ihlallerinde kendimce tek motivasyonum şuydu: ‘Acaba hukukun üstünlüğü konusunda toplumsal farkındalığı biraz da olsa artırabilir miyim? Acaba üç beş siyasetçi, kanaat önderi ve yazar bu korkunçlukları durdurmak için benden cesaret bulur mu?’ Karşımda devasa bir hukuksuzluk mekanizması dururken, böyle ortamda mahkeme kararlarını incelemek bile trajikomik bir durumdu.
Siyasetçileri geçtim, çokça adaletten, haktan, hukuktan bahseden kanaat önderlerinin, yazarların da ekseriyeti soyut adalet cümlelerine aşıktı. Bu sloganların tekrarı onlar için yeterliydi, konforu bozmuyordu. Ne de olsa onlar münevver, aydın ve entelektüeldi! Her yeri yangına çevirmiş somut adaletsizliklere karşı çıkmak ancak basit aktivistlerin işiydi. Dolayısıyla ekmeğini yedikleri, suyunu içtikleri ama korkunç adaletsizliğe karşı sustukları Melek Hanım’ın davası da böyle bir davaydı.
Yargının şüpheye yer bırakmaksızın kişinin suçunu ispat etmesi gerekirken, kararı zaten önceden verilmiş kişiler bir imkânsızı başarmaya, masumiyetlerini ispat etmeye çalışıyorlardı. Melek Hanım’ın davası da tam olarak böyleydi, öksüzdü. Hükmü belli adaletsizliğe karşı insanın kendisini savunmaya çalışması ne kadar onur kırıcıydı.
Kendisine terör örgütü üyeliğinden 7 yıl 6 ay ceza verilmişti. Gerekçe; İpek ailesine ait şirketlerde hem hâkim ortak hem yönetim kurulu üyesi olmasıydı. Şirketlerin FETÖ/PDY örgütünün amaçlarını gerçekleştirmek için işlev gördüğü, Melek Hanım’ın da bu şirketleri yöneten kişilerden olduğu ifade ediliyordu. Karar gerekçesinde “….örgütün kuruluşundan itibaren kendisine hedef koyduğu amacını (devleti ele geçirme) gerçekleştirmek için yaptığı faaliyetlerini finanse eden, bu amaçla faaliyetler yürüten, sahibi olduğu şirketleri, vakfı ve üniversiteyi örgütün amaçlarına özgüleyen…..” (Ankara 24. Ağır Ceza Mahkemesi Kararı, S. 494) kişi olarak tanımlanıyordu Melek İpek.
Peki, madem örgütün kuruluşundan beri güttüğü hedef buydu ve Melek İpek örgütün amacını gerçekleştirmek için yaptığı faaliyetleri finanse edip desteklediği için terörist oluyordu, o zaman bu ‘adaletin’ herkese eşit uygulanması gerekmez miydi? Veya en azından adaletsizlikte eşit davranılması lazım değil miydi? Zamanında bu örgütü finanse edip; devlet içinde, orduda, yargıda, emniyette, her türlü devlet kademesinde, iş hayatında, eğitim hayatında, sosyal hayatın her alanında destekleyen ve şu anda devleti yöneten birçok kişinin de içerde olması gerekmez miydi?
Melek Hanım’ı dinledim.
“Maraşlıyım. Maraş’ı işgal eden Fransızlar bile kadınlara ve çocuklara dokunmuyordu. İnsanların Allah’a, Müslümanlara inancı kalmadı. Bundan daha büyük acı olabilir mi? Birçok insan artık evinde Yasin okutmuyor ki fişlenmesin şucu bucu diye.
Her şeye rağmen bir şeyler yapmak lazım, kötülüğü iyilikle def etmek lazım.
Beni buraya getirdilerse Türkiye’de herkesi buraya getirebilirler. Ben o kadar ilkokul, cami ve hayır kurumu yaptırdım. Emine Erdoğan ve Sümeyye beni bilmezler mi? Ak Parti kurulduğunda benim evimde birlikte dua ettik, ilk duası benim evimde okundu. Tayyip Bey’i de çok sevdim. Emine Hanım’ı da çok sevdim. Bilal’in düğününe katıldım. Her şeye rağmen ayaklarına taş değmesin diye dua ettim. Çok mu yaptım?
İnanın daha da düşünüyorum, gerçekten Tayyip Erdoğan’ın bize yapılan bu zulümlerden haberi var mı?
Biz neden Tayyip Erdoğan’ı sevdik biliyor musunuz? Karşısında korkan birisine Peygamber Efendimiz nasıl diyordu: ‘Korkma, ben kuru ekmek yiyen kadının oğluyum.’ Biz öyle olsun istedik. Neden bu zulmü yapıyor. Ben onları Keçiören’deki evlerinde tanıdım.
Evimizden kapı dışarı ettiler. Toprağımızdan kovdular. Utanmadan 60 yıllık çiftliği, kocamın hatırasını bilmem şunun için yaptırdılar diye iftira attılar. Yatak odalarımıza kadar fotoğraflar yayınladılar. Bir insan bunu nasıl yapar? Kardeşim kamyonun arkasında sabahladı, bize bu şekilde eziyet ettiler. Soğuk hava deposu yaptırmıştım, yoksullara et dağıtıyorduk. Elektriği, suyu kestiler.
Bizim durumumuzdaki aileyi zaman zaman erzaksız, parasız bıraktılar. Ama inanın hiç umurumda değil. Evlatlarıma üzülüyorum. Burada cezaevinde çocukları ile birlikte yatan o kadar masum insan var ki, onlara üzülüyorum.
Tekin neden 8 yıldır hapiste? Neden arkadaşları sesini çıkarmıyor? Evime girip çıkan, soframa oturan, elimle yaptığım menemeni yiyenler, oğlum bildiklerim, kızım bildiklerim, evlatlarımın kardeşleri zannettiklerim neden tanıklık yapmıyorlar?”
Korkunç bir adaletsizliğe mahkûm edilmiş 79 yaşındaki bir kadının yaralı kalbinden dökülen bu cümlelerden sonra bir şey söylemek gelmiyor içimden.
Belinde ciddi ağrıları olan, bir ayağını nerdeyse hareket ettiremeyen, lavaboya gitmekte zorlanan bir insana neden bu zulmü reva görürler?
Melek Hanım vaktiyle dost bildiklerinden o kadar çok isim saydı ki; çoğunu bizzat tanıyorum. Bugün hem iktidardalar hem de muhalefetteler. Doğrusu onlar adına da utandım. Hakkı ifade etmekten, haksızlık karşısında durmaktan, bizzat tanıdıkları ve terörist olmak şöyle dursun bir hukuksuzluk dahi yapmadıklarına emin oldukları insanların haklarını savunmak adına tek bir söz dahi söylemiyorlar.
İtibarları zarar görür diye mi korkuyorlar? FETÖ’cü ilan ediliriz diye mi çekiniyorlar, yoksa biz ancak kendimizi, malımızı, çoluk çocuğumuzu koruyabildik, kredimiz tükendi, başkasının hakkına sahip çıkamayız diye mi tereddüt ediyorlar? Sıradan bir insan için mazur görülebilecek bu düşünceler ülkeyi yöneten ya da yönetmeye aday olan siyasetçiler için mazeret olarak görülebilir mi? Hukuku savunmak konusunda bu kadar korkak ve vefasız olanların; adalet uğruna mücadele etmekten imtina edenlerin küçük de olsa ülkeye verebilecekleri hayırlı bir iş olabilir mi?
Melek Hanım dingin ama güçlü sesiyle anlatırken tüm bunlar geçiyordu aklımdan. Ve elbette Melek İpek Hanım gibi hakları ve özgürlükleri gasp edilmiş olan on binlerce masum insan için hiçbir şey yapamıyor olmanın verdiği acziyet ve utanç duygusu…
Görüşme sona erdi.
Yüreğimi derinden yaralayan bir görüşmeydi. Görüşmenin başındaki gibi yine karmaşık duygular içindeydim fakat bu kez farklı duyguların karmaşası vardı içimde. Karşımızda, bir zamanlar yakinen tanıdığı insanlara yönelik adaletsizliğe bile ses çıkaramayan bir hukuksuzluk mekanizması vardı. Bu mekanizma, dişlileri arasında bir zamanlar ‘dost’ bildiklerini bile böyle eziyorsa, ezelden ‘düşman’ diye yaftaladığı ötekilere nefes alma hakkı bile tanımazdı. Tanımıyordu da zaten.
Ayrılırken elini öptüm, o sıkıca tutundu, acıyla doğruldu ve boynuma sarıldı.
Haber Linki:
1- https://serbestiyet.com/featured/b-189411/

Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz’a Soruşturma Açılması Hk. Açıklama
Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz hakkında ‘Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma’ suçundan soruşturma başlatılmış.
Hukuk devleti iddiasının içinin nasıl boşaltıldığına ve kanunların iktidar gücü ile nasıl sopa olarak kullanıldığına dair açık bir örnek. Artık bu gibi saçmalıklar Türkiye’nin sıradan trajikomik gerçekliği.
Bu kanunun otoriter yönetim anlayışını desteklemek, demokratik tepki kültürünü bastırmak ve iktidarın kötülüklerine itiraz edenleri korkutmak ve kişileri otosansüre mahkûm etmek için sopa olarak kullanılacağı aşikardı. Kanunilik şartlarını taşımaması ve temel hakları ciddi manada kısıtlaması sebebiyle Anayasa’ya da açıkça aykırı olmasına rağmen meclisten geçirildi.
Anayasa Mahkemesi tarafından yapılan incelemede, kanun maddesindeki tüm unsurlar tek tek irdelenmiş; suçun ancak bu şartlarda oluşacağı belirtildikten sonra “bazı uygulama sorunlarının ortaya çıkabileceği” kabul edilmişti. 6 üye ise, madde metnindeki kavramların belirsizliğinin keyfi uygulamalara kapı araladığına yönelik kapsamlı değerlendirmelerle söz konusu düzenlemenin iptali yönünde hukuk devleti manifestosu niteliğinde karşı oy yazısı yazmıştı.
Bugünlerde, tam da bu belirsiz ifadelerin “ekmeğini yer” şekilde hareket ediliyor, açık bir keyfilik düzeni sürdürülüyor. Çünkü suçun maddi ve manevi unsurları denilen eylemler tamamen gözardı edilerek soruşturma ve kovuşturmalar açılıyor ve devam ettiriliyor.
Bir kişinin böylesi bir suçu işlemesi için öncelikle sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratma amacı ile hareket etmesi gerekir. Çünkü bu suçun eylemleri, kişilerin bireysel kanaatlerini açıklama veya haber verme haklarına tecavüz tehlikesi taşımamalıdır. Ancak yapılan soruşturmalarda saik/amaç hiç dikkate alınmıyor. Bu gibi siyasi motivasyonlu ceza davalarında suçun manevi unsurları ile ilgili son yıllarda tespit dahi yapılmıyor. Çok vahim ama kime anlatacaksınız…
Aynı zamanda müsnet suç kapsamında, fiilin, kamu barışını bozmaya elverişli olması aranarak, bu suçun somut tehlike suçu olduğu vurgulanmıştır. Yani kişilerin eylemleri sonrası kamu barışının bozulabilme ihtimali söz konusu olmalıdır. Bu duruma göre aslında ilgili suçtan soruşturma yapmak kolay olmasa da keyfi olarak kullanılan bir madde şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Dezenformasyon olarak ileri sürülen suçun konusu da ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgi olarak ifade edilmiş ise de sınırları tam çizilememiş, geniş bir şekilde düzenlenmiş kanunilik ilkesine açıkça aykırı olan hususlardır. Bu bilginin gerçeğe aykırı olma özelliğinin tespiti de aynı şekilde oldukça zor olup kime göre ve neye göre gerçeğe aykırı olacağı da tartışmalı ve tespiti zor düzenlemelerdir. Yani tam da siyasi maksatlara hizmet eden bir kanuni düzenlemedir.
Bu kapsamda Sn. Fatih Altaylı’ya ve İsmail Saymaz’a yönelik olarak yapılan soruşturmanın yukarıda ifade edilen hukuki düzenleme kapsamında olmadığı açık olup bu soruşturmanın hukukla ne kadar alakasız olduğunu, bununla birlikte normal bir hukuk devleti olsaydık Hakimler ve Savcılar Kurulunun da bizatihi bu soruşturmayı açan savcı hakkında neden soruşturma başlatması gerektiğini de bu şekilde izah edeyim.
Ancak hukuk devleti artık iyice koptuğumuz, ne olduğu neredeyse unutulan bir hayal uzaklığında.

Geri Çekilen Etki Ajanlığı Olarak Bilinen Kanun Teklifi Hk. Açıklama
Son anda geri çekilen Etki Ajanlığı olarak bilinen kanun teklifi neden büyük bir tehlikeydi?
Tüm ikazlarımıza rağmen komisyondan geçmiş olan kanun teklifinin genel kuruldan geri çekilmiş olması ciddi bir tehlikenin şimdilik bertaraf edilmesidir.
Kanun teklifine göre “devletin güvenliği veya iç ya da dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler” için 3 yıldan başlayarak bazı şartlarla birlikte 24 yıla kadar hapis cezası öngörülmekteydi.
Şimdi birlikte düşünelim;
Bir haberin, bir yorumun, bir sözün, bir fotoğrafın, bir sosyal medya paylaşımının, bir gösteri veya yürüyüşün, bir dernek kurmanın, bir toplantı yapmanın ‘’devletin iç ya da dış siyasal yararları aleyhine olup olmadığını kim, nasıl, hangi kriterlere göre belirleyecekti?
Devletin siyasal yararını belirleyen kimdir?
Sana göre devletin siyasal yararı odur, bana göre budur!
Ceza mahkemesi heyeti devletin siyasal yararlarını belirleme mercii olabilir mi?
Tüm Türkiye toplanıp devletin siyasal yararı budur dese ve bir kişi de hayır şudur dese devletin siyasal yararı o bir kişinin söylediği değil de büyük çoğunluğun söylediğidir diyebilir miyiz?
Teşbihte hata olmaz; Nazi Almanyası’nda devletin siyasal yararı Nasyonel Sosyalizme destek olmaktı ama kalabalıkların içinde Nazi selamı vermeyi reddeden bir adam, değil Almanya’nın belki de tüm dünyanın ‘’siyasi yararı’’ açısından haklı çıktı!
O meşhur fotoğrafı hatırlayın lütfen…
Nicolae Ceauşescu’ya yüzbinlerin arasında bir kişinin ‘Yeter Artık’ diye haykırışını hatırlayın!
Bu örnekte devletin yararını kim temsil ediyordu?
Kalabalıklar karşısında bir kişi çıkıp yanlış yapıyorsunuz diye haykırdığında devletin/toplumun yararını kalabalıklar temsil ediyor diye kesin bir hüküm kurabilir miyiz?
Otoriter rejimler niyet okumayı çok severler, tarih boyunca da niyet okuyarak işlemedikleri suç, yapmadıkları kötülük yoktur! Bu kanuna bilinçsizce destek veren arkadaşlar dahil, herkesi tehdit edebilecek böyle bir rejimde yaşamak isterler miydi?
Devletin sözde yararını böyle kesin tabi olunması gereken buyruk olarak kabul edersek bunun nasıl bir istismara, nasıl bir totaliter rejime ve düşman hukuku uygulamalarına yol açabileceğini anlıyor muyuz?
Maalesef birçok milletvekili ‘bürokratların bildiği vardır’ diye bu maddeyi komisyondan geçirdi.
En ufak bir siyasi eyleminizin hatta en basit bir sözünüzün dahi yabancı bir devletin ya da organizasyonun çıkarları doğrultusunda olup olmadığına kim karar verecekti?
Dikkat edin lütfen, kanun teklifinde sadece yabancı bir devletin değil yabancı bir organizasyonun çıkarından bahsediyor.
Kim biliyor yabancı bir devletin ya da organizasyonun stratejik çıkarlarının ne olduğunu?
Gelip mahkemede ‘evet bu bizim stratejik çıkarımızaydı’ diye ifade mi vereceklerdi? Yoksa mahkemelerin yine bildik tarzda bürokratların notlarına göre karar vermesi mi hesap edilmişti?
Yabancı organizasyonun stratejik çıkarı ne demek?
Bu kadar akıl dışı bir kanun teklifi; bu kadar zırvayla, saçmalıklarla dolu bir yasal düzenlemeyi yakın tarihimiz görmemiştir herhalde diyeceğim ama o kadar saçmalık yaşadım ki iddialı olamıyorum.
Bu düzenleme baştan sonra kanunilik ilkesine aykırıydı.
Ceza hukukunun temel ilkesi olan suçta ve cezada kanunilik ilkesi hangi eylemler için hangi cezaların öngörüldüğü ve bu hususların net bir şekilde ceza yasalarında düzenlenmesi gerektiğini ifade eden bir ilkedir.
Söz konusu etki ajanlığı düzenlemesi temel olarak bu ilkeye aykırıydı.
Çünkü yapılan düzenleme tamamen soyut ve sınırı belli olmayan kavramlardan oluşmaktaydı.
Somut suç fillinin ne olduğu belli değildi.
Suç için kullanılan kavramların sınırları çizilememekteydi.
Suçun unsurları müphem ve muğlak ifadelerle düzenlenmekteydi.
Evrensel hukuk ilkelerine, Anayasa’ya ve Ceza Hukukun en temel kurallarına açıkça aykırı bir kanun teklifi maalesef TBMM tarafından nerdeyse kabul edilecekti.
Bu kanun teklifine destek verenler sadece bugünü düşünerek değil yarınları da düşünerek şu soruyu kendilerine sormaları yeterli;
Hangisi devletin siyasi yararı, hangisi iktidardaki siyasi partinin yararı ayrımını kim yapacaktı? İktidarın her sözünü emir telakki eden yargı mı?
Bugün sizin sözünüzün emir telakki edildiği bir yargı pratiği karşısında yarın da başkasının sözünün emir telakki edilebileceğini nasıl unutursunuz?
Bugün siz ilelebet iktidarda kalacakmış gibi hareket ediyorsunuz ama tarih boyunca sizden nice iktidar sahibi aynı duygulara sahip değil miydi?
Yarın da sizin gibi düşünenlerin iktidara gelmeyeceğinin garantisi var mı?
O zaman adalet diye haykırmayacak mısınız?
Peki neden bu kötülükleri yaparsınız? Neden tarihten ders almazsınız?
Neden bu güç sarhoşluğu ile yüzleşmezsiniz?
Hep birlikte bu kısır döngüyü kırmak, bu nöbetleşe zorbalığa son vermek zorunda değil miyiz?