Almanya İç İstihbarat Raporu: Terör örgütü PKK Almanya’da özgürce hareket ediyor

AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu yayımlanan Almanya İç İstihbarat (Federal Anayasayı Koruma Dairesi) Raporuna ilişkin bir açıklama yaptı. “Her ne kadar Alman hükümeti teröre karşı samimi bir mücadele verdiğini iddia etse de, iç istihbarat raporu tam aksini ispat ediyor.” diyen Yeneroğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“Almanya İç İstihbarat Dairesi olan Anayasayı Koruma Dairesi’nin yayımlamış olduğu son rapor; terör örgütü PKK’nın Almanya’da hiçbir engel ile karşılaşmadan, özgürce gerçekleştirdiği; finansman sağlama, militan temin etme ve propaganda gibi faaliyetlerinin bütün ayrıntılarını ortaya koyuyor.

Rapor kâğıt üzerinde yasaklı olan PKK’nın faaliyetlerini detaylı biçimde ortaya koymakla kalmayıp, aynı zamanda kullanılan kelimeler ile federal hükümetin ciddiyetsiz tutumunu da gözler önüne sermiştir.

Terör örgütü PKK raporun; ‘terör örgütü’ başlığı altında değil, ‘yabancılara ait aşırıcı ve güvenliği tehdit edici faaliyetler’ (s. 212) bölümünde yer almaktadır. Bu zararsız gösterme temayülünün gereği olarak da raporda terör örgütünün dili benimsenmiştir. Bu kapsamda PKK’nın Türkiye’de emniyet güçlerine ve sivillere karşı gerçekleştirdiği kanlı terör eylemleri raporda sadece ‘PKK aktiviteleri’ olarak yer bulmuş, teröristler ise ‘gerilla birlikleri’(s. 218, 222, 229) olarak adlandırılmıştır. Bu kabul edilemez durum ise; PKK’nın sözde ‘yurdunda’ yaşanan gerginlikler ve Türk hükümetinin PKK’ya yönelik ‘baskıcı tutumu’ (s. 217) ile gerekçelendirilmiştir. Ayrıca çatışmaların Türk Ordusu tarafından çıkarıldığı ve PKK’nın eylemlerinin ise sadece bunlara karşı misilleme (s. 218) olduğu öne sürülmektedir.

Bu anlayışa göre terör örgütü PKK; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin saldırılarına karşı kendini müdafaa eden pasif bir örgüttür. Bu durumda; İnsanları katleden, çocukları kaçırıp militan olarak yetiştiren, uyuşturucu ticareti yapan, yerleşim birimlerini işgal eden, sokakları bloke eden ve kamu düzenini bozan bir terör örgütü tanımı beklemek ise nafile olacaktır.

Bunlara ek olarak raporda ürkütücü bir kayıtsızlıkla PKK’nın Almanya’daki faaliyetlerinden de bahsedilmektedir. Raporda PKK’nın yasaklı olmasına rağmen taşeron yapılanmaları vasıtasıyla Almanya genelinde nasıl rahatça organize olabildiği ve ne kadar aktif bir yapıya sahip olduğu (s. 221, 227 ve devamı) anlatılmaktadır. Örgütün ‘resmi paravanı’ ise emniyet birimlerinin de mahiyetini çok iyi bildiği, PKK dernekleri çatı kuruluşu NAV-DEM olduğu ifade edilmektedir. Söz konusu yapılanma açık bir şekilde PKK’nın örgüt şemasının bir parçası iken (s. 227) faaliyetlerine yasak getirilmemiştir. Hatta yasak şöyle dursun, bu yapı; Almanya genelinde propaganda faaliyetleri gerçekleştirmekte, para toplamakta ve resmi makamların onayıyla düzenlediği etkinliklerde örgütün Türkiye’deki terör faaliyetlerinin reklamını yapmaktadır.

Rapora göre 2015’in Eylül ayı ila 2016’nın başını kapsayan dönemde 13 milyon avronun üzerinde para toplanmıştır(s. 228). Yine rapora göre geçtiğimiz on yıl içerisinde  toplanan bağışların oranı en az iki katına çıkmıştır. Bütün bu veriler göz önünde bulundurulduğunda, bu raporun hazırlandığı süre içerisinde en az 180 kişinin terör örgütünün silahlı eylemlerine katılması sağlanmışken (s. 223) Alman emniyet birimlerinin bu durumu neden sadece izlemekle yetindiğini anlamak mümkün değildir.

Bazı terör eylemlerini engelleyebilme ihtimali var iken; bu bilgilerin neden bir NATO müttefiki olan Türkiye’den esirgendiğinin cevabını da vermek gerekmektedir. Tüm bunların yanında terör örgütü PKK’nın günlük gazetesi ‘Yeni Özgür Politika’ ve iki televizyon kanalı Sterk-TV ve Med Nuce TV (s. 229) hiçbir engel olmadan yayın hayatlarına devam edebilmektedir. Ayrıca PKK’nın gençlik yapılanmaları internet üzerinden organize olarak Almanya’daki Türklerin sivil toplum kuruluşlarını ve cami cemiyetlerini hedef almaktadır (s. 220, 221).

Anayasayı Koruma Dairesi’nin son raporu; federal hükûmetin PKK’ya yönelik mücadelesinin sadece sembolik olduğunu ve PKK yasağının sadece kâğıt üzerinde kaldığını tekrar gün yüzüne çıkarmıştır. Almanya’nın bu tavrıyla teröre karşı güven veren bir müttefik olduğunu söylemek mümkün değildir. Tam aksine, PKK Almanya’da son derece özgür bir şekilde varlığını sürdürebilmekte ve Almanya’nın NATO müttefiki olan Türkiye’ye karşı yürüttüğü terör faaliyetlerini rahat bir şekilde organize edebilmektedir.”

file:///D:/62535/Downloads/vsbericht-2016.pdf

Yeneroğlu: “Münferit olayların, etnik temel üzerinden nefret söylemine dönüştürülmesi kabul edilemez”

AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, basında artan nefret söylemi ve bu söylemin tetiklediği olaylar hakkında açıklamada bulundu.  Yeneroğlu “Her toplum içinde suça karışan kişiler olabilir, ancak bu vakaların etnik temel üzerinden bir nefret söylemine dönüştürülmesi kabul edilemez.” ifadelerini kullandı. Yeneroğlu şunları kaydetti:

“Ülkemiz, Suriye krizinin başladığı ilk günden bu yana maddi ve manevi olarak Suriyeli vatandaşlara desteğini sürdürmektedir. Türkiye; hem halk hem de devlet olarak gösterdiği bu misafirperverlik ile dünyaya örnek olmaktadır.

Ancak son zamanlarda, özellikle bazı medya organlarında; ülkemizdeki Suriyelilere yönelik nefret söyleminin arttığına endişe ile tanıklık ediyoruz. Ülkemizde 3 milyondan fazla Suriyeli yaşamaktadır ve her toplum içinde suça karışan kişiler olabilir. Ancak bu vakaların etnik temel üzerinden genelleştirilerek bir nefret söylemine dönüştürülmesi asla kabul edilemez.

Yaşanan olaylar, sunulan haberlerde; toplumda düşmanlık ve husumet duygularını tetikleyen ve ön yargıları artıran bir şekilde ele alınmaktadır. Birleşmiş Milletler’in çerçevesini çizdiği evrensel Basın Meslek İlkelerinde; yapılan yayınlarda hiç kimsenin; ırkı, cinsiyeti, yaşı, sağlığı, bedensel özrü, sosyal düzeyi ve dini inançları nedeniyle kınanamayacağı ve aşağılanamayacağı açıkça ifade edilmektedir. Maalesef birtakım medya kuruluşlarının benimsediği ayrımcı dil; her şeyden önce bu ilke ile çelişmektedir.  Etnik bir gruba yöneltilen bu genel suçlamanın Basın Meslek İlkeleri kadar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 2’nci maddesi ile Türk Ceza Kanunu’nun 216’ıncı maddesine aykırı olduğu açıktır.

Öte yandan gerilim atmosferi yaratan bu dil; halk arasında şiddetli şekilde yankı bulabilmekle birlikte  başta Suriyeliler olmak üzere yabancıların hedef alınmasını tetiklemektedir. Dün gece de bunun bir örneğini maalesef ki Ankara’nın Demetevler semtinde gördük. Suriyelileri hedef gösteren provokatif bir içeriğin sosyal medyada yayılması neticesinde kabul edemeyeceğimiz olaylar yaşandı.  Unutulmamalıdır ki sosyal medya, hukuk dışı bir alan değildir. TCK’nın söz konusu maddesi uyarınca, sosyal medyada da; sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik ederek kamu güvenliğini tehlikeye atanlara karşı savcılarımız görev başındadır.

Bu nefret söylemi toplum içinde savunmasız ve masum grupları hedef göstermekte, bu grupların psikolojik olarak yıpranmasına, korkmasına, taciz veya saldırıya açık hale gelmesine neden olmaktadır. Herkesin bir arada uyum, güven ve barış içinde yaşaması için bu hususa özellikle dikkat çekmek isterim.

Bu tür söylemler karşısında, başta medya organları olmak üzere herkesi; gerekli hassasiyeti göstermeye, huzurumuzu, birliğimizi ve gücümüzü korumaya davet ediyorum. Bu bağlamda devletimizin tüm ilgili kurumları kadar İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu da yaşananların takipçisi olacaktır.”

Yeneroğlu: “Gümrük kapılarından hızlı geçiş için, ilgili kurumlarımız yoğun çaba içerisindedir.”

AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu Avrupa ülkelerinde yaşayan vatandaşlarımızın tatil için Türkiye’ye akın ettiğine dikkat çekerek, “Binlerce kilometre yol kat eden insanlarımızın gümrük kapılarından kolay ve hızlı bir şekilde geçebilmesi için ilgili tüm devlet kurumları yoğun çaba içerisindedir. Bu vesileyle her bir vatandaşımıza anavatanınıza hoş geldiniz diyor, sağlıklı ve huzurlu bir tatil geçirmelerini temenni ediyorum.” dedi. Yeneroğlu ayrıca şunları kaydetti:

“Avrupa ülkelerinde yaşayan vatandaşlarımız için Türkiye’de geçirdikleri her vaktin özel bir anlamı vardır. Yıl boyunca Türkiye’ye gelmek için bekleyen vatandaşlarımız; hem memleket hasretini gideriyor hem de akraba ve dostlarını ziyaret ederek tatillerini geçiriyor. Vatandaşlarımız bu vesile ile ülkemizin ekonomisine de katkıda bulunuyor. Bu yıl da Temmuz ayı itibarıyla vatandaşlarımız Türkiye’ye akın etmeye başladı.

Bu noktada binlerce kilometre yol kat eden insanlarımızın gümrük kapılarından kolay ve hızlı bir şekilde geçebilmesi için ilgili tüm devlet kurumlarımız yoğun çaba içerisindedir. Önceki gece sistemle ilgili yaşanan teknik sorun maalesef uzun kuyrukların oluşmasına neden olmuş, Gümrük ve Ticaret Bakanlığımızın çalışmalarıyla aşılmıştır. Gerek sorunun tekrarlanmaması gerekse de olası diğer aksaklıkların yaşanmaması için tüm birimler gerekli çalışmaları yapmaktadır.

Ayrıca geçişlerin hızlı bir şekilde yapılabilmesi için Gümrük ve Ticaret Bakanlığımız tarafından Özel Taşıtlar Ön Beyan Uygulaması başlatılmıştır. Uygulamayla taşıta ilişkin bilgiler sınır kapısına gelmeden önce https://uygulama.gtb.gov.tr/tasit1onbeyan adresinden sisteme girilebiliyor. Türkiye’ye giriş yapılacağı tarihten en erken 15 gün öncesinde ön beyanda bulunulması durumunda giriş işlemleri daha hızlı yapılabilecektir. Ancak bilgilerin doğru girilmemesi beklemeye sebep oluyor. Uygulamayla ilgili detaylı bilgilere https://www.gtb.gov.tr/duyurular/ozel-tasitlar-on-beyan-uygulamasi adresinden ulaşmak mümkün.

Bizler de binlerce kilometreyi aşarak sınır kapısına gelen vatandaşlarımızın kolaylıkla giriş yapabilmesi, mağdur olmaması için gerekli takibi yapıyoruz. Ayrıca Türkiye güzergahında ve gümrük kapılarında yaşanan sorunlarla ilgili Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığımıza +90 312 218 4000, bizlere de +90 312 420 56 44 telefon numarasından ve facebook hesabımızdan ulaşmak mümkün. Bu vesileyle her bir vatandaşımıza anavatanınıza hoş geldiniz diyor, sağlıklı ve huzurlu bir tatil geçirmelerini temenni ediyorum.”

“Madımak ve Başbağlar vahşetinin 24. yılında yaralarımızı sararak güçleneceğiz”

Sivas’ta 2 Temmuz 1993 tarihinde Madımak Oteli’nde bulunan 33’ü yazar ve ozan olmak üzere 35 kişi, otelin kundaklanmasıyla hayatını kaybetti. 3 gün sonra 5 Temmuz da PKK Başbağlar’da 33 vatandaşımızı katletti. Bu katliamların 24. yılı nedeniyle açıklama yapan Mustafa Yeneroğlu, “Hem Madımak, hem de Başbağlar katliamları bizi bölen, ayrıştıran ve toplumsal barışımıza kasteden vahşiliklerdir. Bu örnekler toplumsal barışımızı muhafaza edebilmemiz için 24 yıl öncesinden bize sesleniyor.” ifadelerinde bulundu. Yeneroğlu sözlerine şöyle devam etti: 

“24 yıl önce bugün Madımak’ta, ondan hemen 3 gün sonra ise Başbağlar’da meydana gelen vahşet, birlikte yaşama hususunda sorunu olmayan insanların nasıl kutuplaştırılabildiğini ve kirli çıkarlar uğruna insan yaşamına nasıl kastedilebildiğini gösteren iki acımasız terör eylemidir. Her iki eylem de insanlığın akıl, vicdan ve adalet duygularını; kör ve sağır edici bir nefret dalgasıyla etkisizleştirmeyi amaçlamıştır.

Siyasi hesaplara kurban edilmemesi ve üzerinden kimlik bularak suistimal edilmemesi gereken bu iki elim olay, bu topraklarda barış ve huzur içerisinde kardeşçe bir arada yaşama arzusunu hiç bir zaman yok edemeyecektir. Sivas’ta Madımak ile başlayıp Erzincan Başbağlar’da sürdürülen bir vahşet depremi ile yıkılmak istenen toplumsal barışı sağlamak yönündeki çabamızı, bu ilkelere sıkıca bağlı kaldığımız müddetçe güçlendirebileceğiz.

Madımak katliamı kurbanları anılırken bile bir kesimin diğer kesimi sözde ‘Madımak’ın failleri’ olarak suçlaması, toplumun bilhassa mütedeyyin kesiminin zan altında bırakılmasına yönelik algı oluşturulması, kutuplaşmanın toplumsal barış adına ne denli kötü sonuçlar verdiğinden hâlâ ders alınamadığı anlamına gelmektedir. Yine ne kadar provokatif olursa olsun farklı fikir sahiplerinin ‘yok edilmesi gereken birer tehdit’ olarak görülmesi de aynı hatanın izdüşümüdür. Ülkemizde toplumumuzun her kesimiyle huzur ve barış içinde yaşama sevdamız, karşılıklı olarak Başbağlar’ı olduğu kadar Madımak’ı -ve tam tersini- ne kadar dert edindiğimizle yakından ilgilidir. Toplumsal barışımızı güçlendirmenin en etkili yolu da, sırf aynı dünya görüşüne sahip olmadığımız için Sivas’ta hayatını kaybedenleri anamayacağımızı düşünen veya diğer tarafta olayları nefret dolu bir kimliğe dönüştüren ayrıştırıcı yaklaşımlara sırt dönmek olacaktır.

Toplumumuzun yaralarına en iyi gelecek olan şey, farklılıklarımızın bizleri ayırdığını değil, zenginleştirdiğini yeniden hatırlamamız ve birbirimizin acılarını yine birbirimizin saracağına olan inancımızı diri tutmamız olacaktır. Bu düşüncelerle Madımak ve Başbağlar katliamlarında hayatını kaybedenleri anıyor, bu acı olayların yaralarını hep birlikte sararak, yaralarımızın toplumda ayrım gözetmeksizin hepimizi daha da güçlendirmesini temenni ediyorum.”

Yeneroğlu: “Toplum vicdanını rahatlatmak için; sessiz kalmak yerine, kararlı adımlar atmak gerekir”

Mısır asıllı Merve Şerbini’nin Almanya’daki Dresden Eyalet Mahkemesi’nde öldürülmesinin 8. yılı nedeniyle açıklama yapan AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu: “Bu cinayet; pek çok basın organı tarafından münferit bir olaymış gibi yansıtılmaya çalışıldı, saldırının İslamofobik ve ırkçı motifleri kamuoyuna yeterince sunulmadı. Saldırganın adliyeye bir bıçakla girebilmesine ve hiçbir müdahale olmadan Şerbini’yi 18 kere bıçaklayabilmesine gerekli vurgu yapılmadı. Hükümet günlerce sessiz kaldı.” dedi. Yeneroğlu şunları kaydetti:

“Mısır asıllı 32 yaşındaki eczacı Merve Şerbini, bundan tam 8 yıl önce Almanya’da uğradığı ırkçı ve İslamofobik saldırı karşısında adalet ararken, mahkeme salonunda katledildi. Dresden kentinde yaşayan Şerbini, 2008 yılında gittiği oyun parkında oğlu için, 28 yaşındaki Alex W.’den salıncakta sıra istedi. Ancak talebine karşılık, İslamofobik hakaretler ve küfürler işitti. Uğradığı haksızlığa sessiz kalmayan Şerbini, tanıkların da desteği ile olayı yargıya taşıdı. Yargı sürecinin sonunda ise savcı; saldırgana verilen 780 avroluk para cezasını yeterli bulmadı ve dosyayı üst mahkemeye sevk etti.

Bu süreç ise Şerbini ve karnındaki 3 aylık bebeğinin sonu oldu. Mahkemede ifade veren genç kadın salondakilerin gözleri önünde Alex W. Tarafından defalarca bıçaklanarak öldürüldü. Eşinin yardımına koşan Elwy Okaz ise polisler tarafından saldırgan sanılarak vuruldu. Şerbini’nin; adalet dağıtılması gereken ve üst düzey güvenlik önlemelerinin alındığı bir yerde öldürülmesi, özellikle ülkedeki Müslümanlar ve göçmenler arasında infiale yol açtı.

Resmi makamların ve Alman hükümetinin İslamofobik saldırı karşısında uzun süre sessizliğine bozmaması ve hala  etkin bir biçimde mücadele etmemesi Müslümanların endişelerini artırmaktadır.  Diğer taraftan bu cinayet; pek çok basın organı tarafından münferit bir olaymış gibi yansıtılmaya çalışıldı, saldırının İslamofobik ve ırkçı motifleri kamuoyuna yeterince sunulmadı. Saldırganın içeriye bir bıçakla girebilmesine ve hiçbir müdahale olmadan Şerbini’yi 18 kere bıçaklayabilmesine gerekli vurgu yapılmadı. Ayrıca kamuoyu; Alex W.’nin, Şerbini’yi bıçakladığı sürede durdurulmamasını ancak, eşinin onu kurtarmaya koştuğu anda vurulmasını sorgulamadı.

Bu tip olayları çözüme kavuşturmak ve toplum vicdanını rahatlatmak için yapılacak ilk şey, sessiz kalmak değil; sağduyulu, kararlı adımlar atmaktır. Bu nedenle Müslümanlara yapılan bir saldırıya karşı cılız tepkiler vererek veya görmezden gelerek, ırkçılıkla etkin şekilde mücadele edilemez. Bu çifte standart; sosyal barışa vurulmuş en büyük darbedir. Toplumun birliği için; hem ırkçı saldırıları, hem de bu saldırılara kapı açan radikal söylemleri irdelemek gerekir. Irkçı, İslam düşmanı hislerle işlenen bir suçu; başka taraflara çekmeye çalışmak ve cinayetin arka planındaki düşünceyi göz ardı etmek hayati bir hatadır. Bu acının yıl dönümünde başta Merve Şerbini olmak üzere tüm ırkçı saldırı kurbanlarını rahmetle anıyorum.”

Yeneroğlu: “Yaşanan şiddet olayı Duisburg Polisi’nin içler acısı hâli ile medya ve yerel siyasette gelinen noktayı göstermektedir.”

AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, Almanya’nın Duisburg kentinde polis şiddetine maruz kalan Türk aileyi ziyaret ettikten sonra açıklamalarda bulundu.  Yeneroğlu: “Duisburg’da yaşanan skandallar zinciri; polisin orantısız şiddetinin sümen altı edilme çabasını ortaya çıkarmanın yanı sıra, Duisburg emniyet birimlerinin, medyanın ve belediyenin içler acısı hâlini göstermektedir.” dedi. Yeneroğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“Hiçbir sabıka kaydı bulunmayan, sicili tertemiz, Türkiye kökenli Duisburglu bir aile polisin orantısız fiziki şiddetine maruz kalmıştır. Olaylar; rutin kontrolde hatalı yere park eden bir aracı tespit eden bir polis memurunun, kendisini kaybederek şiddet uygulamaya başlamasıyla kontrolden çıkmıştır. Güvenlik kamerası kayıtlarından da polislerin; savunmasız adamın etrafını sardıkları, yere düşürdükleri ve başına defalarca tekme attıkları görülmektedir.

Polisin ifadelerini sorgusuz kabul eden ve olanları tamamen farklı bir şekilde yansıtan medya ise bir başka skandala daha imza atmıştır. Basın; yaşanan gerginliği göçmen kökenli yüzlerce kişiden oluşan ‘ayaktakımına’ karşı polislerin kendilerini savunması olarak lanse etmiştir. (Bild gazetesi: ‘Ayaktakımı Duisburg Polisi’ne saldırdı’; WAZ Gazetesi: ‘Tutukluyu kurtarmaya çalıştılar: 250 kişi polisi engelledi.’) Aynı medya kuruluşları nedense saldırıya hedef olanlara başvurmamış, polisin tutumunu ise hiç sorgulamamıştır. Onlara göre olay gün gibi açıktır. Nihayetinde söz konusu olan ‘yabancılar’, yani ’sorunlu’ kesimdir.

Olay ancak yoldan geçenlerin kameraya aldıkları görüntülerin ve güvenlik kamerası kayıtlarının ortaya çıkmasıyla açıklığa kavuşmuştur. Olayı başlatan ve orantısız, acımasız, sebepsiz bir şekilde şiddet kullananın polis olduğu anlaşılmıştır. Saldırıya maruz kalan kişilerin ve şahitlerin ifadeleri ancak bundan sonra medyada kendine yer bulabilmiştir. Ancak artık iş işten geçmiştir. Basın organları; hem neden sorgulamadan haber yaptıklarını, hem neden görgü tanıklarına soru sormadıklarını, hem de neden polisin tek taraflı ifadelerini kabul ettiklerini kendilerine sormalıdır. Ayrıca basın, neden birçok şahidin gözleri önünde, şüpheli polisin mağdura ‘Siz zaten vergi de ödemiyorsunuz. Yallah, yallah!’ şeklinde hakaret ettiği duymazlıktan geldiklerini de sorgulamalıdır.

Skandallar zincirinin son halkası da mağdur aile hakkında ‘Asosyal asosyaldir, değiştiremezsin!’ şeklinde yorum yapan, Büyükşehir Belediyesi’nin ‘sosyal demokrat’ başkanı Sören Link olmuştur. Bu arada olayın baş mağduru olan Mehmet Kaya’nın 40 seneden beri Duisburg’da yaşayan, on yıllardan beri birçok sosyal projeye katkı sağlamış ve bu katkılarından dolayı birçok kez onurlandırılmış bir vatandaş olduğunu da hatırlatmakta fayda vardır.

Büyükşehir Belediye Başkanı’nın yapması gereken, kamuoyunun gözleri önünde mağdurlardan özür dilemesi, belediye başkanlığı yaptığı şehirde polisin vatandaşları tartaklamaması ve onlara suçlu muamelesi yapmaması için gereken adımları atmasıdır. Ayrıca söz konusu polisler hakkında hukukun gereği neyse bir an önce yapılmalıdır.”

 

Yeneroğlu: “Devletimiz tüm organları ile ‘işkenceye sıfır tolerans’ prensibinin izindedir”

26 Haziran Dünya İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü dolayısıyla açıklama yapan AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu: “Hatalarla yüzleşmeyi ve şeffaflığı prensip edinmiş olan hükümetimiz, hükümet programlarında  “işkenceye sıfır tolerans” maddesine yer vermiştir. Bu kapsamda gözaltı koşullarının iyileştirilmesi için pek çok adım da atılmıştır.” dedi. Yeneroğlu şunları kaydetti:

“26 Haziran günü,  Birleşmiş Milletler tarafından İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü olarak ilan edilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi; İşkence Yasağı (Madde 3) başlığı altında, “Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz.” demiştir. Birleşmiş Milletler ise İşkence ve Diğer Zalimane, Gayri İnsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme ile taraf devletlere sorumluluklar yüklemiştir.

Türkiye’de yakın geçmişe baktığımızda 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ve onu takip eden yıllar; insan hakları açısından “karanlık bir dönem” olarak hafızalara kazındı.  Darbenin mimarı Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı koltuğundan ayrıldığı 1989’a gelindiğinde ise Türkiye’de 171 kişinin işkence yüzünden hayatını kaybettiği ispatlandı. Su yüzüne çıkan bu ağır bilançonun yanı sıra kamuoyuna taşınmamış yüzlerce işkence olaylarının da yaşandığı bilinmektedir.

Bu utanca son vermek ve 12 Eylül mağdurları için adalet sağlamak adına; 2010’da yapılan Anayasa değişikliği ile 1980 darbesinin mimarları için yargı yolu açılmıştır. Hatalarla yüzleşmeyi ve şeffaflığı prensip edinmiş olan hükümetimiz ayrıca, hükümet programlarına da  “işkenceye sıfır tolerans” maddesini almıştır. Bu kapsamda gözaltı koşullarının iyileştirilmesi için atılan adımlar oldukça önemlidir. İfade alınırken veya nezarethanelerde hak ihlalleri yaşandığı iddialarına karşı; 2005 yılında yeni bir “Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği” çıkarılmıştır. Bu sayede kişilerin; hak ve hürriyetlerinin koruma düzeyi yükseltilmiştir. Buna ek olarak nezarethanelerin ve ifade alma odalarının fiziksel şartları iyileştirilmiştir. 2004 ila 2014 yıllarında BM ve Avrupa Konseyi standartlarının altında olan 208 ceza infaz kurumu kapatılmıştır.

2013’te ise işkenceye ilişkin hükümleri içeren Türk Ceza Kanunu’nun 94’üncü maddesine, eklenen “Bu suçtan dolayı zaman aşımı işlemez.” ifadesi ile, işkence suçunda zaman aşımı da kaldırılmıştır. Ayrıca yine “işkenceye sıfır tolerans” prensibi ışığında 20 Mayıs 2016 tarihli Resmi Gazetede Kolluk Gözetim Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun yayımlanmıştır.

Atılan tüm adımlara rağmen yaşanan veya yaşandığı iddia edilen olaylar karşısında devletimiz tüm organları ile “işkenceye sıfır tolerans” prensibinin izindedir. Her türlü iddia bu anlayış çerçevesinde incelenmektedir.

Ancak diğer taraftan terör örgütlerinin; işkence iddiaları üreterek, güvenlik güçlerinin ve terörle mücadelenin itibarını zedelemek ve uluslararası zeminde Türkiye aleyhine kara propaganda yapmak istediğinin bilincindeyiz. Bu noktada kamuoyunun da bu manipülasyonun farkında olması çok önemlidir.

Maksat ne olursa olsun bir bireyin emniyet güçleri tarafından işkenceye maruz bırakılması, hem uluslararası hukuka hem de insanlık onuruna vurulmuş bir darbedir. Can ve mal güvenliği devletimizin korumasında olan vatandaşlarımıza, devletin kolluk kuvvetleri aracılığıyla zarar verilmesi kabul edilemez. Bu anlamlı günde tüm devletlerin ve uluslararası kuruluşların bu konuya gereken hassasiyeti göstermesini temenni ederim.”

“Zulümden kaçan mültecilere, el uzatmak tüm dünyanın görevidir”

20 Haziran Dünya Mülteciler Günü dolayısıyla açıklama yapan AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu: “Dünyada bugün 21 milyondan fazla kişi mülteci konumundadır. 10 milyondan fazla kişi ise vatansız durumdadır. Mültecilerin yükü ise gelişmiş sayılan ülkelerde değil, çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerin omuzlarındadır.” dedi. Yeneroğlu şunları kaydetti:

“Bugün, Dünya Mülteciler Günü. Bu anlamlı günde, dünyanın pek çok noktasında milyonlarca kişinin; şiddet, çatışmalar, ekonomik darboğaz, siyasi baskı gibi sebeplerden ötürü evlerini terk etmek zorunda kaldığını hatırlamak ve onları bu çaresizliğe iten faktörleri irdelemek gerekir.

Birleşmiş Milletler’in (BM) güncel verilerine göre dünya üzerinde 65 milyon 300 bin kişi -kendi ülkesi içinde veya değil- zorla yerlerinden edilmiştir. 21 milyondan fazla kişi mülteci durumuna düşmüş, 10 milyondan fazla kişi ise vatansız kalmıştır. Buna ek olarak mültecilerin yükü; gelişmiş sayılan ülkelerde değil, çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerin omuzlarındadır. BM’nin istatistikleri; dünyadaki mültecilerin, yüzde 6’sının Avrupa kıtasında, yüzde 39’unun ise Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da misafir edildiğini ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan da, mültecilerin umuda yaptığı zorlu yolculuğu göz ardı etmemek gerekir. Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) açıkladığı son verilere göre; Afrika ve Avrupa arasındaki göçmen trafiğinin geçiş noktası olan Akdeniz’de durum her geçen gün ciddileşmektedir. 2017 yılında; ölümü göze alarak bu rotayı kullanan 77 binden fazla mülteci Avrupa’ya ayak bastı. Ancak aynı dönemde bin 808 kişi Akdeniz sularında can verdi. 2016 boyunca ise Akdeniz suları yaklaşık 5 bin kişiye mezar oldu.

Son yıllarda mülteci krizini tetikleyen en önemli olaylardan biri de şüphesiz Suriye İç Savaşı’dır. Suriye’de yaşanan kriz büyük nüfus hareketlerine neden olmuş 5 milyondan fazla Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Ülkemiz, krizin ilk anından itibaren zulümden kaçan Suriyelilere kapılarını açarak büyük bir misafirperverlik örneği sergilemiştir. Bugün 3 milyonu aşkın Suriyeliye kol kanat geren Türkiye, neredeyse tek başına, Avrupa kıtasının genelinden daha fazla Suriyeli ağırlamaktadır.

Bu örnek duruşumuz; mülteci sorununun tüm dünyanın sorumluluğunda olduğuna duyduğumuz inançtandır. Zulümden kaçanlara yardım eli uzatmak, sadece krize komşu ülkelerin değil, tüm dünyanın görevidir. Bu nedenle uzak, yakın her ülke elini bu taşın altına koymalıdır. Daha iyi bir hayata kavuşmak için çıkılan yolculuklarda verilen kayıplar, tüm dünyanın utancıdır. Bu sorumluluktan; krizi görmezden gelerek veya sadece maddi vaatlerde bulunarak kaçmak insanlık onuruna vurulmuş bir darbedir. Bu kapsamda da böylesi anlamlı bir günde; tüm devletleri, uluslararası kurumları barış ve güvenliği sağlamak adına el ele vermeye ve daha güçlü bir şekilde çaba harcamaya davet ediyorum.”

Kuzey Ren-Vestfalya’da İslam politikası – CDU-FDP Koalisyonu kendini anayasanın üstünde konumlandırıyor

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı AK Parti Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, CDU ve FDP partilerinin Almanya’nın Kuzey Ren-Vestfalya eyaleti koalisyon anlaşmasını sunmaları münasebetiyle bir açıklama yaptı. “CDU ve FDP’nin açıkladıkları İslam politikası anayasa hukukuna uygun olmamakla birlikte ön yargılarla şekillenmiştir.” diyen Yeneroğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“Kuzey Ren-Vestfalya koalisyon anlaşmasına bakıldığında CDU ve FDP’nin kendilerini anayasanın üzerinde konumlandırdıkları görülmektedir. Söz konusu anlaşmaya bakıldığında, kimin dinî cemaat statüsünde olup kimin olamayacağına artık partilerin kanaatlerine ve ön yargılara göre karar verileceği anlaşılmaktadır. ‘Dinî dernekler’ olarak vasıflandırılmak suretiyle hukuken itibarsızlaştırılan İslami cemaatler ve bu cemaat mensupları hiçbir şekilde nazar-ı itibara alınmamış, bu hususla alakalı hukuki bilirkişi raporları ise görmezden gelinmiştir. CDU ve FDP’ye göre inanç özgürlüğü ancak kısıtlı bir şekilde lütfedilecek ve uyum konusunda uygun bulduklarına bu özgürlüğü tatmak nasip olacaktır. Bu hususta anayasanın ne söylediği ise anlaşılan kimsenin umurunda değildir.

Armin Laschet’in liderliğinde CDU’nun başı çektiği bir koalisyonun ilerici ve kucaklayıcı bir İslam politikası meydana getirememesi hayal kırıklığına sebebiyet vermiştir. Bundan da öte CDU-FDP Koalisyonu, çok tartışılan uyum politikasını devam ettirmeyi kendine görev addederek bundan önceki SPD-Yeşiller Koalisyonunun dahi gerisinde kalmıştır. Bu anlayışa göre Müslümanlar ve İslami cemaatler toplumun eşit haklara sahip paydaşları değil; tam aksine, objektif olarak bakıldığında tasdik edilmesi mümkün olmayan yeni kriterlerle sürekli boyunduruk altına alınan, on yıllardan beri sürdürdükleri irşad çalışmaları ancak olumsuz çerçevede zikredilmeye layık görülen dilekçe sahipleri konumundadır.

Anlaşma çerçevesinde olumlu olarak nitelendirilebilecek husus, çok dilliliğin teşvik edileceğinin belirtilmesidir. Ümidimiz, bu çerçeveye Almanya’da yaşayan azınlıkların anadillerinin de dâhil edilmesidir. Bu anlaşmanın uygulanması noktasında meselenin takipçisi olacağız.”

Yeneroğlu: “Toplumsal ve hukuki talepler, siyasal arenada etkin olduğunda karşılanabilir”

11 Haziran’da Fransız halkı, genel seçimlerin ilk turu için sandık başına gitti. 18 Haziran’daki ikinci tur öncesi sonuçları değerlendiren AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, “Fransa’da 6 milyondan fazla Müslümanın yaşadığı ve 315 bini Fransız pasaportuna sahip 650 bin vatandaşımız olduğu düşünülürse, bu kesimin; siyasi gücünü sandığa yansıtarak taleplerine kulak verecek isimleri meclise taşıması elzemdir.” dedi. Yeneroğlu şunları kaydetti:

“Fransa’da; 11 Haziran’da genel seçimlerin ilk turu yapıldı. Bu turda yüzde 50 oy oranına ulaşan bir parti olmadığı için, yüzde 12,5 ve üzeri oy alanlar; 18 Haziran’da meclisteki 577 sandalye için ikinci turda yarışacak. İlk tur sonuçlarına göre; Cumhuriyet Yürüyüşü Hareketi (REM) ve ittifak yaptığı Demokrasi Hareketi (MODEM) yaklaşık yüzde 31, Cumhuriyetçiler (LR) öncülüğündeki merkez sağ ittifakı yaklaşık yüzde 18, Le Pen’in lideri olduğu aşırı sağcı Ulusal Cephe(FN) yaklaşık yüzde 13 oy oranına ulaştı.

Pazar günü yapılacak ikinci tur ise ülkede yaşayan göçmen ve Müslümanların siyasal taleplerinin sandığa yansıması açısından yeni bir fırsat sunuyor. Ülkede 6 milyondan fazla Müslümanın yaşadığı ve 315 bini Fransız pasaportuna sahip 650 bin vatandaşımız olduğu düşünüldüğünde, ne denli büyük bir kitlenin söz konusu olduğunu görebiliyoruz. Bu kesimin, siyasi gücünü sandığa yansıtarak menfaat ve taleplerine kulak verecek isimleri meclise taşıması elzemdir.

Eğitim ve iş hayatında fırsat eşitliği, ayrımcılık ve başörtüsü yasağı ile etkin mücadele gibi toplumsal ve hukuki talepler; ancak siyasal arenada etkin olunduğunda, çoğulcu toplumun güçlendirilmesiyle karşılanabilir.

Öte yandan aşırı sağı temsil eden bir partinin, Mayıs’taki cumhurbaşkanı seçiminde son tura kalma başarısı göstermesinin ardından, 11 Haziran’da da ciddi manada varlık göstermesi; ırkçı söylemlerin Fransız halkı tarafından ne kadar kabul edildiğini ortaya koyuyor. Ancak yükselişe geçen ve siyaset sahnesinde hayat bulan bu tip aşırı akımlara cevap sandıkta verilmelidir.

Bu bağlamda 18 Haziran’da neticenin; göçmenlerin ve Müslümanların geleceği adına olumlu olması için, başta Türkiye kökenliler olmak üzere Fransa’daki tüm seçmenleri, oy kullanarak siyasette varlık göstermeye davet ediyorum.”