Van Gevaş’taki İddialar İle İlgili Kamuoyuna Bilgilendirme

9 Haziran 2017’de Van Gevaş İlçe Emniyet Müdürlüğü binasına alçak bir terör saldırısı düzenlenmiştir. Allah’a çok şükür ki, emniyet personelimize herhangi bir zarar gelmemiş, can kaybı yaşanmamıştır. Saldırının ardından 3 terör zanlısı güvenlik güçlerimizce ele geçirilmiştir.

Ben de sosyal medyada söz konusu Emniyet Müdürlüğümüzde gerçekleştiği iddia edilen olaylarla ilgili TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı olarak bir inceleme talep ettim. Bu talebin ardından sosyal medyada şahsıma yönelik, -bir kısmı organize edilmiş- hakaretler üzerine bu incelemenin, teröre karşı yürüttüğümüz kararlı mücadele açısından ne anlama geldiğini belirtmek amacıyla bazı şeyleri açıklamayı elzem görüyorum:

Mesleğine henüz yeni atılmış, hayatının baharında genç bir öğretmeni teröre kurban verişimiz ve yitirdiğimiz yiğit askerlerimiz, milletimizin canına kasteden terör örgütüne karşı senelerdir taşıdığımız haklı öfkeyi, canımızın yanma derecesiyle doğru orantılı olarak büyüttü. Bu öfkeye eşlik eden en yalın gerçek şudur: Terörle mücadeleyi en sert ve kararlı bir şekilde sürdürmek, terör kurbanlarının acılı ailelerine ve milletimize karşı taşıdığımız büyük bir borçtur. Bunun da ötesinde terörle mücadele, bir devletin kuvvet tekelinin idamesi için asgari şarttır. Terörün kökünü kazıma ve vatandaşlarımızın güvenliğini sağlama hakkımız sorgulanamaz, zayıflatılamaz, bu hakkın altı oyulamaz. Terörle mücadele, devletimizin varlığının korunması ve vatandaşlarımızın güvenliğini sağlama görevini yerine getirebilmemiz için en temel sorumluluğumuzdur.

Bugün Avrupa ülkelerinin herhangi bir yerinde, Türkiye’deki terör saldırılarının değil onda biri, binde biri gerçekleşseydi, ne denli sert ve insan haklarını kısıtlayıcı önlemler alınacağını, İngiltere örneğinde ve 70’li yılların Almanya’sında görüyoruz. Avrupa ülkelerinin en küçük terör potansiyeline karşı bile insan haklarını nasıl askıya aldığını, polisin orantısız gücünü nasıl artırdığını ise Fransa örneğinde son bir buçuk senedir gözlemliyoruz. Bu ülkelerde terörle mücadeleyi destekleyip, söz konusu Türkiye’nin haklı mücadelesi olduğunda ise terörü bitirecek adımları eleştiren aktörleri de çok yakından tanıyoruz.

Öte yandan hatırlamamız gereken bir nokta var: “İşkenceye sıfır tolerans” asla ve asla, milletimizin canına kasteden, on yıllardır vatanımızın bağrında yaralar açmış bir terör örgütünün mensuplarına “acımak” anlamına gelmez. Bilakis hangi bağlamda olursa olsun işkenceye, intikama ya da linçe karşı etkili duruşumuz, terörle mücadelemizin önemli bir parçasıdır. Yine terör zanlılarına yönelik güvenlik güçlerimizin müdahalelerinin, FETÖ ve PKK gibi terör örgütleri tarafından Türkiye’deki terörle mücadeleyi zayıflatmak ve itibarsızlaştırmak adına kullanılabildiğini de görmek zorundayız.

Dünyanın neresinde olursa olsun, teröristlere verilecek cevap hukukun en sert yaptırımlarıdır. Hukukumuz teröristleri en sert şekilde cezalandıracak araçlara hâlihazırda zaten sahiptir. Devletimiz, kurumlarımız, yargımız üzerine düşeni yapmaktadır. Terörle mücadele, hukukun tabii bir gereğidir ve en ufak bir tereddüt olmaksızın sürdürülmektedir.

Türkiye’ye yönelik algı operasyonlarının en temel parçasının, “Türkiye’de işkence olağanlaştı.” şeklindeki mesnetsiz iddialar olduğunu gözlemliyoruz. Bu iddialarla mücadele, terörle mücadele eden kahramanlarımızın da üzerimizdeki hakkı gereği en temel görevlerimiz arasında yer almaktadır. Van Gevaş’taki iddialara yönelik soruşturma talebi de, bu olayın istismar edilmesine mahal bırakmayacak şekilde aydınlatılmasına yöneliktir. Bu süreçte polis ve emniyet güçlerimize ve onların itibarına sahip çıkılması hedeflenmektedir.

Vatanımızın birliğine ve milletimizin canına kasteden terör örgütlerine karşı, Türkiye’nin terörle mücadelesini itibarsızlaştırmaya çalışan aktörlerle uluslararası düzlemde en fazla mücadele edenlerden biriyim. Türkiye’nin haklı mücadelesini zayıflatmaya çalışanlara karşı sert duruşumun en büyük besleyicisi, her ziyaretimde ellerini öpmekten şeref duyup, aziz vatanımıza feda ettikleri yakınlarının ardından döktükleri gözyaşlarına ortak olduğum şehit ve gazi ailelerimize karşı taşıdığım vicdan borcudur. Şehitlerimizin ve vatanımızı korumak adına ölümle burun buruna gelen şerefli güvenlik güçlerimizin şanlı mücadelesini sözde hafife aldığım yönündeki hadsiz iddialar beni yaralamıyor. Çünkü bu kasti iddiaların mesnetsizliği ortadadır. Beni asıl yaralayacak olan, bu asılsız algının şehit ailelerimizin gönül dünyasında yara açma ihtimalidir. Bu açıklamanın asıl nedeni de, kahraman şehitlerimizin yakınlarının zihninde böyle bir algı oluşturmasına yönelik en ufak ihtimali bertaraf etmektir.

Kamuoyuna saygıyla arz ederim.

Mustafa Yeneroğlu
İstanbul Milletvekili
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı

Yeneroğlu: “Almanya’da üç ayda 223 İslam düşmanı saldırı yaşanması ürkütücüdür.”

Alman Federal Hükümeti 2017 yılının ilk çeyreğinde Müslümanlara karşı yapılan sözlü ve fiziki saldırılar hakkında bilgi verdi. Sayıları ürkütücü olarak nitelendiren AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, “Alman Federal Hükümeti bu yılın ilk üç ayında 15’i cami saldırısı olmak üzere toplamda 223 İslam düşmanı saldırının kaydedildiğini açıkladı. Ürkütücü olan bu veriler; birlikte yaşamı ve çoğulcu anayasal düzeni tehdit eden sorunların başında İslam düşmanlığının geldiğini bir kez daha gösteriyor. Yaşanan bunca olaya rağmen tek bir failin bulunamamasıysa kurumsal ırkçılığın bir kanıtı.” dedi. Yeneroğlu şunları kaydetti:

“Alman Federal Hükümeti bu yılın ilk üç ayında 15’i cami saldırısı olmak üzere toplamda 223 İslam düşmanı saldırı kaydedildiğini açıkladı. Bu sayı Müslümanlara karşı ayda ortalama 70 yani günde en az 2 suçun işlendiğini gözler önüne seriyor. Müslümanlara yönelik tahrik, tehdit mektupları, başörtülü kadınlara veya Müslüman erkeklere yapılan saldırılar, evlere Nazi sembollerinin boyanması ve cami saldırıları gibi suçları içeren olaylarla ilgili gerçek rakamlarsa kayıt altında olanların çok üzerindedir.

Ürkütücü olan ise bu veriler birlikte yaşama kültürünü ve çoğulcu anayasal düzeni tehdit eden sorunların başında İslam düşmanlığının geldiğini bir kez daha gösteriyor. Müslümanlar bu sorunla mücadelede yıllardır İslam düşmanı suçların ayrı bir kategoride kayıt altına alınmasını talep etmiştir. Bu uygulama nihayet 2017 itibarıyla başlatılmıştır. Atılan adım her ne kadar önemli bir başlangıç olsa da yetersizdir. Zira suçluların bulunması ve cezalandırılması, saldırıların tekrarını önleyici temel unsurdur. Bu noktada da yaşanan bunca olaya rağmen tek bir failin bulunamaması düşündürücüdür. Bu durum; kurumsal ırkçılığın boyutlarını göstermekle birlikte; istihbarat ve güvenlik birimlerinin failleri bulma isteği üzerinde de ciddi şüpheler yaratmaktadır.

Öte yandan açıklamada ayrıca İslam düşmanı gösterilerin bir önceki yıla kıyasla biraz düştüğü bilgisi de paylaşılıyor. Bu gerçekçi bir yaklaşım değildir. Federal Meclis’e girme olasılığı yüksek bu partinin varlığı ve başarısıyla sokak gösterilerindeki dazlakların yerini takım elbiseliler almıştır. Siyasetin bu şekilde zehirlenmesi Almanya’nın asli bir parçası olan Müslümanların geleceği adına kaygı vericidir.”

REDE von Mustafa Yeneroğlu anlässlich der Gedenkveranstaltung zum 24. Jahrestag des rassistisch motivierten Brandanschlags in Solingen

Es ist mir eine besondere Ehre, bei dieser Gedenkveranstaltung an die Opfer des mörderischen Brandanschlags auf die Solinger Familie Genç das Wort an Sie richten zu dürfen. Offen gestanden fällt es mir schwer, meine Gedanken zu einem der erschütterndsten Momente meiner Jugend in Worte zu fassen. Als Durmuş und Mevlüde Genç am frühen Morgen des 29. Mai 1993 fünf ihrer liebsten Menschen auf dieser Welt in den Flammen ihres lichterloh brennenden Wohnhauses verloren haben, war ich 17 Jahre alt.

In den Jahren nach diesem fürchterlichen Anschlag durfte ich Abitur machen, studieren, heiraten und drei Mal das große Glück genießen, Vater zu werden. Ich konnte mich gesellschaftlich engagieren und wurde als Abgeordneter in das türkische Parlament gewählt, kurzum es ist mir in diesem Leben bereits vieles vergönnt gewesen. Hatice Genç, eines der fünf Todesopfer, war als Sie in den Flammen umkam, etwa gleich alt. Und man kommt nicht umhin sich zu fragen, wie ihr Leben verlaufen wäre, wenn in jener Nacht ihre vier Mörder nicht Benzin im Hausflur ausgeschüttet hätten und nicht eine Zeitung zu einer Fackel geformt hätten und eben nicht das Feuer entfacht hätten.

Bei diesen Gedanken erfasst sicherlich viele von uns ein wiederkehrender Schmerz. Und nur in der beispiellos vorbildhaften Haltung insbesondere von Mevlüde Genç, finde ich und viele andere dann auch immer wieder Trost. Ich habe mich damals oft gefragt: wie stark muss ein Mensch sein, dass sie sogar im Augenblick des schlimmsten Schmerzes, den man sich für eine Mutter vorstellen kann, für Frieden, Respekt und Versöhnung werben kann. Sie war so stark, dass es für mich und quer durch die Republik für viele andere auch gereicht hat.

Denn die Versuchung war damals für uns Jugendliche groß, auf Falsches mit Falschem zu antworten und weiß Gott, es gab viele geistige Brandstifter, die aufstachelten. Ein brauner Mob überzog damals die neu wiedervereinigte Republik mit ihrem Hass und ihrer Gewalt, weil Menschen auf der Flucht vor Krieg und Terror vermehrt Asyl in Deutschland begehrten. Wir waren wütend und wurden erdrückt von der Ohnmacht, tatenlos zuschauen zu müssen. Aber da war Mevlüde Genç.

Es wäre menschlich verständlich gewesen, wenn sie in den schwersten Stunden ihres Lebens Vergeltung gefordert hätte. Das tat Sie nicht. Stattdessen rief sie in ihrem bewegenden Appell zur Versöhnung auf. Sie nahm uns jungen Menschen unsere Wut und war ganz maßgeblich dafür verantwortlich, die Situation in Solingen und weit darüber hinaus zu entspannen. Dafür gebührt ihr unser steter Dank.

Ich bin mir nicht sicher, ob es Ihnen verehrte Gäste aufgefallen ist, dass wir Türken unabhängig von unserem Alter und unserer sozialen Stellung immer dort, wo wir Mevlüde Genç begegnen, ihr als Zeichen unserer Ehrerbietung und unseres tiefen Respektes, ihre Hände küssen. Und auch ich tue dies.

Herbert Grönemyer sagt in einem seiner Lieder: „….. und der Mensch heißt Mensch weil er vergisst, weil er verdrängt“. Nun, wir vergessen und verdrängen tatsächlich und Anlässe wie der heutige erinnern uns. Wir wissen aber auch, dass für Mevlüde Genç seit den schrecklichen Brandanschlägen das Leben „Nur noch weh tut“. Deshalb geht es mit heute selbstverständlich nicht darum, ihren Schmerz noch zu vergrößern. Aber ich denke er wäre für Sie 24 Jahre nach dem Anschlag ein Stück weit erträglicher, wenn unsere Gesellschaft den Weckruf von Mevlüde Genç glaubwürdig verinnerlicht hätte und wir Hand in Hand jeder Form von Rassismus und Fremdenfeindlichkeit jegliche Basis entzogen hätten. Mit allein im letzten Jahr mehr als 1000 Anschlägen auf Flüchtlingsheime und Moscheen und zahllosen Übergriffen auf vermeintlich fremd aussehende Menschen bedrückt es mich – und ich denke alle Anwesenden im Saal – festzustellen, dass die schreckliche Geschichte der Familie Genç in Solingen, zu vielen scheinbar nichts gelehrt hat.

Und vor allem die Politik muss sich fragen lassen, wie es trotz Mahnmal in der Unteren Werner Str. 81 und der Präsenz der Zeitzeugen, der ununterbrochen in Solingen lebenden Familie Genç, möglich ist, das eine unverhohlen rassistische Partei wie die AfD über 8% der Stimmen in Solingen für sich verbuchen konnte. Selbstverständlich möchte ich den vielen Initiativen und Institutionen, die sich schon seit Jahrzehnten für ein aktives und gleichberechtigtes Miteinander der in Deutschland lebenden Menschen engagieren, nicht Unrecht tun. Aber wir alle stehen in der Verantwortung zu verhindern, dass das gesellschaftliche Klima, trotz exzellenter wirtschaftlicher Eckdaten von Scharfmachern, diesmal nicht mit Glatze und Springerstiefeln, sondern mit Anzug und Krawatte, weiterhin vergiftet wird. Insbesondere wir politisch Verantwortlichen müssen uns der rassistischen und fremdenfeindlichen Propaganda über alle Grenzen hinweg beherzt entgegenstellen. Wir müssen uns davor hüten, die giftigen Argumente der neuerdings als rechtspopulistisch umschriebenen Hetzer in Politikergewand zu adaptieren. Im Schulterschluss mit der überwältigenden Mehrheit unserer Gesellschaft gilt es, den Feinden unseres inneren Friedens und unseres Wohlstandes deutlich zu machen, dass wir diesem antiquiertem braunen Gedankengut keinen Millimeter Spielraum einräumen werden. Das sind wir den Opfern der Anschläge von Mölln und Solingen, den Opfern der NSU-Terroristen, den Menschen die hier seit Jahrzehnten friedlich leben, den Menschen die hier Zuflucht vor Krieg und Terror gefunden haben schuldig.

In diesem Sinne verneige ich mich nochmals vor den Opfern des Brandanschlags von Solingen und bete um die Gnade unseres Schöpfers. Den Hinterbliebenen wünsche ich Kraft und Geduld, den unvorstellbaren Schmerz zu ertragen und bedanke mich bei Ihnen und den Veranstaltern für die geschätzte Aufmerksamkeit.

Yeneroğlu: “24 yılda Almanya’daki ırkçı şiddet, sadece şekil değiştirdi”

İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu 29 Mayıs 1993’te 5 kişinin hayatını kaybettiği Solingen felaketi ile ilgili olarak; “Aradan geçen 24 yıla, aile fertlerini ve evlatlarını kaybeden Mevlüde Genç’in örnek barışçıl tavrı damga vurmuştur. Mevlüde Anne’nin her zaman barış ve sükuneti tavsiye eden tutumu karşısında en büyük görev, Almanya’da ırkçılıkla etkin bir şekilde mücadele etmek olacaktır.” ifadelerini kullandı. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:

“24 yıl önce bugün, Almanya’nın Solingen kentinde yaşayan Genç ailesinin evinde, tüm ülkeyi derinden sarsan bir facia yaşandı. Neonazi 4 genç tarafından evin kapısında tutuşturulan kâğıtlardan yükselen alevler bütün evi sardı. O alevler; genç ailesinin 3’ü çocuk 5 ferdini hayattan kopardı.

16 ve 23 yaşları arasındaki 4 failin işlediği bu suç; sadece ülkedeki Türkleri değil, tüm toplumu ayağa kaldırdı. Alman makamları o dönemde başta Genç ailesi ve ülkedeki tüm azınlıkların yaralarını sarmak için pek çok adım attı. 5 kişiye mezar olan o ev, utanç müzesine dönüştürüldü. Genç ailesine destek sunuldu, şehirdeki bazı yerlere hayatını kaybeden aile bireylerinin adı verildi. Bu dayanışma maalesef Türk toplumunun yaşadığı derin endişeyi dindirmedi. Tüm yaşadıklarına rağmen Genç ailesi yüce gönüllülük göstererek intikam çağrısı yapmadı, örnek bir tutum sergiledi ve birleştirici mesajlar verdi. Olayda kızlarını, torunlarını ve yeğenini toprağa veren Mevlüde Anne, facianın 20. yılında ‘Burası bizim de vatanımız, sevgi insanı yaşatır, nefret öldürür. Hepimizi Allah yarattı.’ dedi.

Acılı bir aile bile bu denli sağduyulu açıklamalar yaparken; şiddete davetiye çıkaran, kültür ve ırk temelli nefret söylemlerine sarılan aşırı sağcı siyasetçiler şiddete meyilli grupları geri dönülmez karanlık yollara sevk ediyor. Bunu anlamak için 2016 yılına dair bazı verilere bakmak yeterlidir. Almanya’daki resmî rakamlara göre 2016’da mülteci yurtlarına yönelik bine yakın saldırı gerçekleşti. Aşırı sağcılar tarafından işlenen şiddet suçlar ise bin 698 vaka olarak polis kayıtlarında yer aldı. Aynı yıl Almanya’daki camilerin ise 71’inin saldırıya uğradığı Federal Meclis tarafından açıklandı. Ancak gerçek sayının bunun çok üzerinde olduğu bilinen bir durumdur. Bu utanç verileri; 24 yılda ırkçı şiddetin sadece şekil değiştirmiş olduğunun kanıtı gibidir.

Almanya’da sadece ‘yabancı’ veya ‘Müslüman’ olduğu için saldırıya hedef olabileceği endişesi taşıyanları rahatlatmak, tüm Alman makamlarının görevi olmalıdır. Bu felaketin yaşandığı Solingen şehrinde dahi AfD’nin yüzde 8 gibi bir oy alabilmiş olması, hâlâ insanların etnik kökenleri, dinî inançları üzerinden düşmanlaştırıcı söylemlerle oy toplanabiliyor olması kabul edilebilir bir durum değildir. Solingen faciasında ve NSU cinayetlerinde hayatını kaybedenlerin ruhlarını teskin etmek, her şeyini geride bırakarak terör ve savaştan kaçan masum insanlardaki endişeleri bertaraf etmek adına siyasilere düşen, AfD ve türevlerinin kışkırtmalarına hiçbir şekilde meyletmemeleridir.

Bu felaketin yıl dönümünde tüm ırkçı saldırı kurbanlarını rahmetle anıyor ve çağdışı ırkçı saldırılar yüzünden bir daha kimsenin canının yanmamasını diliyorum.”

Yeneroğlu: “THY, bagaj hakkı kararını düzeltti”

Türk Hava Yolları’nın dış hat uçuşlarında bagaj hakkını “tek parçada 23 kilo” olarak değiştirmesi Avrupa ülkelerindeki vatandaşların tepkisine neden olmuştu. Gelişme karşısında girişimlerde bulunan İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, “Vatandaşların haklı tepkisine kulak veren THY aldığı son kararla; Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Avusturya, İsviçre ve Danimarka’dan yapılan uçuşlara istisna getirmiştir. Böylece bu ülkelerden gelen yolcular için serbest bagaj ve 30 kg yük hakkı uygulaması devam edecektir. Yeni karar için Türk Hava Yolları yönetimi ve genel müdürlüğüne teşekkür ederim” dedi. Yeneroğlu şunları ifade etti:

“Türk Hava Yolları, 1 Temmuz’dan itibaren dış hat uçuşlarında, ekonomi sınıfı bagaj hakkını çok parça ve 30 kilogramdan, tek parça 23 kilograma düşürme kararı almıştı. Düzenleme, Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımızın haklı tepkisiyle karşılaşmıştı. Yıl boyunca iki ülke arasında gidip gelen diasporamız için uygulanabilir olmaktan çok uzak olan bu düzenlemenin, mağduriyete neden olacağı açıktı.

Hava taşımacılığında milli gururumuz olan THY de bu kapsamda vatandaşlarımızdan gelen şikâyetlere kulak verdi. THY aldığı son kararla, diasporamızın yoğun olarak yaşadığı; Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Avusturya, İsviçre ve Danimarka’dan gelen veya giden yolcular için eski uygulamanın geçerli olacağını açıkladı. Yani bu ülke yolcularına tanınan bagaj hakkı; 30 kg ve çok parça olmaya devam edecektir.
THY yönetimi ve genel müdürlüğüne bu ülkelerdeki vatandaşlarımız için gösterdikleri hassasiyetten ötürü teşekkür ediyorum.”

Not: THY, 30 kg yük ve serbest bagaj hakkı uygulanacak ülkeleri ilk önce Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, İsviçre ve Danimarka olarak açıklamış, bu ülkelere daha sonra Avusturya’yı da eklemiştir.

“Bulgaristan Türklerinin 28 yıl önce çektiği acılar hala tazedir”

İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu 1989 yılında Bulgaristan’da Türklere uygulanan sert asimilasyon politikalarının yol açtığı göç ile ilgili olarak; “Bulgaristan’da 1989’da binlerce aile parçalandı ve yüzyıllardır o topraklarda filiz veren 350 bini aşkın Bulgaristan Türkü köklerinden koparılmış oldu. Aradan 28 yıl geçmesine rağmen, Bulgaristan Türklerinin çektiği acılar hala tazedir. Günümüzde yaşanan sorunlar Bulgaristan’ın hala özgürlükçü ve çoğulcu bir toplum olmaktan çok uzak olduğunu göstermektedir.” ifadelerini kullandı. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:

“Bulgaristan Türkleri bundan tam 28 yıl önce köklerinden, ait oldukları topraklardan koparıldı. Ülkedeki Türk-Müslüman nüfusunun güçlenmesinden endişe duyan dönemin faşist yönetimi; etnik azınlıkları eritmek için insan haklarını hiçe sayan sert asimilasyon politikalarına başvurdu. O zorlu süreçte; Türkçe konuşmak ve eğitim yasaklandı, Müslüman-Türk isimleri değiştirildi, İslam geleneklerine göre yapılan cenaze ve defin işlemlerinin önü kapatıldı, kıyafetlere yasak getirildi, sünnet yasaklandı. Türkler karşı karşıya kaldıkları bu muameleye; isyan ederek, açlık grevleri başlatarak karşılık verdi. Ancak bu baskılara direnenlerin hikâyesi ise hapishanelerde son buldu.

Toplumsal gerilimin zirveye çıktığı 1989 yılının Mayıs ayına gelindiğinde, Türklere; ya benliklerinden vazgeçmeleri ya da ülkeyi terk etmeleri söylendi. 29 Mayıs’ta devlet televizyonları aracılığıyla “kibarca” ülkeden kovulan Türkler için pasaport işlemlerinin hemen yapılacağı açıklandı. Böylece binlerce aile parçalandı ve yüzyıllardır o topraklarda filiz veren 350 bini aşkın Bulgaristan Türkü köklerinden koparılmış oldu. Bu kişiler; kendilerine kapılarını açan, ev ve iş imkânı yaratan Türkiye’ye doğru yola çıktı.

Bugün resmi kayıtlara baktığımızda ise Bulgaristan’da 585 binden fazla Türk yaşamaktadır. Kayıt altına alınmayanlar da bu gruba dâhil edildiğinde, sayının bir milyonu aştığı düşünülmektedir. Soydaşlarımız anadilin kaybedilmesi, camilere yönelik saldırılar ve ayrımcılık gibi sorunlarla karşı karşıyadır. Okullarda Türkçe dersleri seçmeli ders olarak verilmekte, ders saatleri katılımı engelleyici geç vakitlere koyulmaktadır. Bu durum anadile olan ilgiyi azaltmaktadır. Öte yandan devlet tarafından Türkçe yayın imkânının verilmemesi ve Türkçe radyo kanalı kurulmasının dolaylı olarak engellenmesi Bulgaristan’da asimilasyon politikası kalıntılarının hala devam ettiğini göstermektedir. Günlük hayatta camilere ve imamlara yönelik saldırıların sürmesiyse karşılaşılan bir diğer sorundur. Ülkede sahip oldukları nüfus yoğunluğuna göre devlet dairelerinde yeterli düzeyde temsilin olmaması, dışlamanın bir başka göstergesidir. Aşırı sağ partinin hükümette yer alması da Türk ve Müslümanlar için yeni sorunların habercisi gibidir. Dolayısıyla Bulgaristan Avrupa’nın normatif iddialarından çok uzaktır.

Maalesef ki aradan 28 yıl geçmesine rağmen, Bulgaristan Türklerinin çektiği acılar hala tazedir. Türkiye bu yaraları sarmak için elinden geleni yapmıştır. Şimdi ise bizlere düşen görev; bu acı olayları hafızalara kazımak ve gelecek nesillere öğretmektir. Yakın geçmişte Bulgaristan’da yaratılan bu toplumsal gerilimi ve öncesinde yaşananları bilmek asimilasyon politikalarının sonuçlarını görebilmemize yardımcı olacaktır.

Ben de o dönemde Bulgaristan’da tüm bu zorluklara göğüs geren vatandaşlarımız başta olmak üzere, yurdundan uzakta yaşamaya zorlanan herkesin acısını paylaşıyorum.”

Yeneroğlu: “Radikalizmle mücadele adı altında Kuran dağıtımını yasaklama akla zarar bir uygulamadır”

İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu Avusturya Parlamentosu’nun onayladığı sözde entegrasyon paketiyle ilgili “Kabul edilen mevzuat ve koalisyon ortakları tarafından yapılan açıklamaya göre kamusal düzen ve güvenliğe karşı radikal fikirleri yaygınlaştırma amacıyla Kuran dağıtılmasının yasaklanması gibi sembolik kültürel ırkçı politikalar akla zarar uygulamalardır. Radikalizmle mücadele adına özgürlükçü değerlerin ve birlikte yaşamın temeli radikal bir biçimde oyulmaktadır.” değerlendirmesinde bulundu. Yeneroğlu ayrıca şunları kaydetti:

“Avusturya Parlamentosu dün sözde entegrasyon yasası paketini onayladı. Paket kamusal alanda Kur’an-ı Kerim’in dağıtılmasıyla tüm vücudu veya yüzün tamamını kapatan kıyafetlerin giyilmesini yasakladı. Bu kıyafet yasağına uymayanlar 150 Avro cezayı ödemek zorunda kalacak. Ayrıca iltica başvurusunda bulunanlara Almanca ve entegrasyon kursunu bitirme zorunluluğu getirildi.

Alınan karar, Batı Avrupa ülkelerinde bazı kesimlerin göçmenlerle ilgili yürüttüğü kültürel ırkçılık tartışmalarını hatırlattı. Oryantalist bakış açısından beslenen bu yaklaşımlar, tehdit oluşturduğu kurgusu üzerinden yabancı göçmenin uzun vadede kültürel asimilasyonunu amaçlıyor. Aşırı sağ popülist görüşlü siyasi partilerin güç kazanmasıyla birlikte bu söylemler siyasetin merkezinde daha da belirginleşiyor. En son Avusturya örneğinde ortaya konulduğu gibi hükümet ortakları Sosyal Demokrat Parti (SPÖ) ve Halk Partisi (ÖVP) ırkçı popülizmi yasal düzenlemelere dönüştürüyor.

Burka, minare, başörtüsü, helal kesim ve selefilik gibi hususlar, Avrupa’daki Müslümanların toplumsal merkezde görünür olmasıyla birlikte kültürel ırkçı akımın sembolik savaş açtığı unsurlardır. Kabul edilen mevzuat ve koalisyon ortakları tarafından yapılan açıklamaya göre kamusal düzen ve güvenliğe karşı radikal fikirleri yaygınlaştırma amacıyla Kuran dağıtılmasının yasaklanması gibi sembolik kültürel ırkçı politikalar akla zarar uygulamalardır. Sözde selefiler Kuran dağıtımından alıkonulacakmış. Peki, polis selefi olanı nereden anlayacak? Nasıl ayırım yapacak? Ayrıca dağıttıkları Kuran olduğuna göre ‘radikal fikirlerden’ kasıt ne? Netice itibarıyla radikalizmle mücadele adına özgürlükçü değerlerin ve birlikte yaşamın temeli radikal bir biçimde oyulmaktadır.

Öte yandan tüm vücudu veya yüzün tamamını kapatan kıyafetlerin giyilmesinin yasaklanmasıyla toplumda neredeyse yok denecek kadar az sayıda Müslüman kadının yüzünü kapatması üzerinden popülizm yapılıyor. Kat kat daha önemli olan Müslüman kadının Avusturya toplumuna katılımının önündeki ayrımcı engellerle mücadele etmek varken bu adımın atılması Avusturya siyasetçilerinin yıllardır büyütüp besledikleri kültürel ırkçılığın yeni bir halkası. Sözde kamu düzeni ve güvenliği adına 3-5 kişi için yasa çıkartıyorlar. Avusturyalı siyasetçilerden beklenen, çok kültürlü ve çok dinli Avusturya toplumunun geleceğini inşa etmek için çaba göstermektir. Çoğulcu toplum düzeni önündeki hakiki engelleri kaldırmak, eğitim ve iş hayatındaki ayrımcı uygulamalara odaklanmaktır. Kültürel ırkçılıktan beslenen popülist siyaset kısa vadede siyasi rant sağlasa da toplumu zehirlediği gibi gerçek toplumsal sorunlara karşı körleştirir.”

Avusturya’ya göçün 53. yılı: “Türk göçmenleri yıpratarak birlikte yaşama kültürü geliştirilemez”

Türkiye ile Avusturya arasında imzalanan iş gücü anlaşmasının yıl dönümü nedeniyle bir açıklama yapan TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı ve AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, “Bugün Avusturya’da yaşayan vatandaşlarımız; İslamofobi, ırkçılık, yabancı düşmanlığı gibi sorunlarla hiç olmadığı kadar karşı karşıyalar. Böyle bir ortamda Türk göçmenleri yıpratarak birlikte yaşama kültürü geliştirilemez. Anlaşmanın 53. yılında; karşılaştıkları güçlüklere kararlılıkla göğüs geren insanlarımıza şükranlarımı sunuyorum.” dedi. Yeneroğlu, açıklamasında şunları ifade etti:

“Bundan 53 yıl önce Türkiye ve Avusturya yönetimleri arasında imza konulan işgücü anlaşması, her iki ülkede de zamanla yüzbinlerce kişi için dönüm noktası oldu. Daha iyi iş imkânları uğruna, ülkelerinden binlerce kilometre uzağa giden vatandaşlarımız, orada yeni hayatlar kurdu. Bugün, Avusturya’da; birinci, ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü kuşak dâhil olmak üzere, Türkiye kökenlilerin nüfusu 280 bine ulaşmış durumda. Bu kişilerin büyük çoğunluğu Avusturya vatandaşlığına da sahip.

Avusturya’da Türkiye kökenlilerin kurduğu 200’ün üzerinde STK, pek çok alanda hizmet vermektedir. Girişimcilerimiz tarafından açılan 5 bine yakın işletmede ise pek çok kişiye istihdam olanağı sunulmaktadır. Ayrıca Türkler sadece ekonomide değil, siyaset alanında da görünür hale gelmiştir. Bunlara ek olarak, 20 bini aşkın öğrencimiz ilk ve ortaokullarda, 4 bin 500 gencimiz de üniversite seviyesinde öğrenim görmektedir.

Ancak bu kişilerin Avusturya sosyal hayatında ve iş piyasasındaki kabulü kolay olmuyor. 53 yıl önce vasıfsız işlerde çalıştırılan insanımız, zaman içinde işçiden işverene dönüştü, vatandaşlık aldı, sosyal hayata karıştı. Hatta kendi sosyal hayatını yarattı, dini ve kültürel yapılar ve STK’lar oluşturdu. 53 yılın sonunda Avusturyalıların gözündeki “Türk işçi” imajı yıkıldı belki ancak Türkiye kökenlilerin orada yaşadığı sorunların sonu gelmedi.

Avusturya’daki diasporamız pek çok hak elde etmesine rağmen bugün o ülkeye yakışmayan; İslamofobi, ırkçılık, yabancı düşmanlığı gibi sorunlarla karşı karşıya. Vatandaşlarımız temeline eşitlik ve demokrasiyi koyan bir ülkede, sadece Türkiye kökenli ve Müslüman oldukları için haksızlıklara maruz bırakılıyor. Hatta bu insanların Avusturya vatandaşlığı bile, Türkiye’deki referandumda Avusturya’da verilen “evet” oylarının yüksekliği rahatsızlık yarattığı için pazarlık ve tehdit malzemesine dönüştü. Bu tür çifte vatandaşlığın iptali tehdidine varan spekülasyonlar hem iki ülke ilişkilerine, hem de oradaki vatandaşlarımızın huzuruna zarar vermektedir.

Ayrıca tüm taraflar için olumsuz bir hava yaratan diğer gelişmelerin başında, Avusturyalı siyasilerin Türkiye ve vatandaşlarımız aleyhinde yaptığı sert açıklamalar geliyor. Devletin zirvesinde insanlarımızı hedef alan bu söylemlerin dillenmesinin, maalesef ki halk arasında da başka bir tezahürü vardır. Kin ve nefretten beslenenlere yarayan bu açıklamalar, vatandaşlarımızın dışlanmasına ve ırkçı saldırılara maruz kalmasına zemin sunmaktadır.

Bu detaylar ışığında, diasporamızın artık Avusturya’nın asli unsuruna dönüştüğünü hatırlatmak istiyorum. Hem Avusturya hem de Türkiye’ye bağlı olan bu insanları yıpratarak birlikte yaşama kültürü geliştirilemez. Herkesin ortak paydada buluştuğu, çok kültürlü ve huzurlu bir gelecek için; sert söylemler, ırkçılık veya aşırı sağcılık çözüm olmaz.

İki ülke arasında yapılan anlaşmanın 53. yılında; karşılaştıkları güçlüklere kararlılıkla göğüs geren insanlarımıza şükranlarımı sunuyorum.”

Hannover: PKK’lı Halim Dener’in yüceltilmesi tam anlamıyla bir skandaldır

Linden-Limmer semt meclisinin Hannover’deki Pfarrland ve Velvet caddeleri arasında kalan alanın adını “Halim Dener Meydanı” olarak değiştirme kararı almaları münasebetiyle “Hannover’de kamuya ait bir meydana bir PKK’lının adının verilmesi, terör örgütü PKK’nın Hannover şehrindeki yerel idarelerde alınan kararlara etki edebildiğini göstermektedir.” açıklamasında bulunan İstanbul Milletvekili ve İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“Hannover’e bağlı semt meclisinin vermiş olduğu karar; Sol Parti, Yeşiller, Korsan Parti ve Die Partei tarafından oluşturulan çoğunluğun terör örgütü PKK tarafından araçsallaştırılmayı bir problem olarak görmediklerini açık bir şekilde göstermektedir. Kamuya ait bir meydana bir PKK’lının adını vermek çok büyük bir siyasi skandaldır. Halim Dener 1994 yılında, Steintor mahallinde terör örgütüne ait afişleri asmaya çalışırken polisin kendisini yakalamasına mukavemet etmesi neticesinde polis kurşunuyla hayatını kaybetmiştir ve bu olay hâlâ tam anlamıyla aydınlatılamamıştır.

Meydana bu ismin verilmesinde Sol Parti’nin başı çekmesi ise hiç şaşırtmamıştır. Hannover Sol Parti Steintor Meydanı’nın adının değiştirilmesini 2016 yerel seçim programına dâhil etmiştir. Halim Dener’i anma adına yaptıkları çok sayıda çağrıyı zikretmeye ise gerek bile yoktur. Yeşiller, Sol Parti, Korsan Parti ve bir mizah partisi olan ‘Die Partei’ bu isim değişikliği hususunda hemfikirdiler. Ayrıca ‘Halim Dener Kampanyası’ isimli oluşumun yıllardan beri Dener’i anma ve PKK’nın Almanya’daki yasaklılık durumunun ortadan kaldırılması için açıktan faaliyetlerini yürütmesi bu bağlamda zikredilmesi gereken bir diğer husustur.

Yıllardan beri PKK sempatizanlarının Almanya’da ne kadar da rahatça hareket edebildiklerini gözlemliyoruz. Ayrıca Almanya’daki siyasi parti temsilcilerinin PKK’yı ve PKK’nın taşeron yapılanmalarını nasıl da desteklediklerini ve bunların sayılarının giderek arttığını müşahede ediyoruz. Bu karar, PKK’nın etki alanının yerel idari kararlara kadar ulaştığını göstermektedir. Sol Parti’nin iyice PKK’nın etkisi altına girmiş olması ise artık şaşırtmamaktadır.

İlgili partiler, bu isim değişikliği için gösterdikleri gerekçede Halim Dener Meydanı’nın semtin demokratik kültürünü ve çoğulculuğunu yansıtan, birlikteliğin sembolü mahiyetinde bir alan hâline geleceğini ifade etmişlerdir. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının toplumsal birlikteliğe zarar vereceği endişesiyle bu isimlendirmeye karşı çıkmaları dikkate alınmamıştır. Linden canlı ve çok kültürlü bir semttir. Huzursuzluğa sebebiyet vermemek ve topluma nifak tohumları ekmemek adına Hannover Büyükşehir Belediyesi İdaresi’nin bu skandal isimlendirmeyi engellemesi gerekmektedir.”

Kuzey Ren-Vestfalya seçimleri: “Eşit katılım ve çoğulculuğun güçlendirilmesi seçmenlerin elinde”

Almanya’nın Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde pazar günü yapılacak eyalet meclisi seçimleriyle ilgili “Bilhassa KRV’de yaşayan azınlık ve Müslümanların; eşit katılım haklarını savunan adayları desteklemek için seçimlere katılımda hassas olmaları gerekmektedir. Eyaletteki azınlıklar sandığa giderek çoğulcu bir toplum savunucusu olan isimleri meclise taşımalıdır. Bu sebeple bilhassa yurttaşlarımızı en önemli kazanımları olan seçme haklarını kullanmaya davet ediyorum.” açıklamasında bulunan İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu şunları kaydetti:

“KRV eyaletinde 1,5 milyonu aşkın Müslüman yaşıyor, bunların 1 milyonu Türkiye kökenli ve bu kesimin de yarısı Alman vatandaşı. Özellikle bu kesimin muhakkak seçim sandıklarına gitmesi ve hem kendileri hem de yaşadıkları ülke için sorumluluklarını yerine getirmesi elzemdir. Türkiye kökenli seçmen, kendilerini ilgilendiren meselelerde ellerini taşın altına koyarlar ümidiyle hep ana akım partilerde görev yapan Türkiye kökenli siyasilere oylarını vermişlerdir. Söz konusu siyasilerin Türkiye kökenlilerin yoğun olduğu dernekleri ve camileri sürekli ziyaret ederek bu insanlardan oy istemeleri bu ümidin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Netice de çoğu zaman hayal kırıklığı olmuştur.

Yabancı düşmanlığı ile İslamofobinin tırmanışa geçtiği ve Türkiye ile ilişkilerin hiç olmadığı kadar yara aldığı kritik bir dönemde gerçekleşecek seçimin eyalette ikamet edenler açısından büyük önemi var. Eyalette yaşayan ve göç kökenine sahip olan seçmenler mutlaka sandığa gitmeli, oylarıyla Alman toplumundaki farklı unsurlarla açık ve kucaklayıcı bir iletişim gerçekleştirebilecek bir eyalet hükûmetini göreve taşımalıdırlar. Müslümanların diğer insanlarla eşit şekilde topluma katılımı, İslami cemaatlerin anayasa gereğince diğer dinî cemaatlerle eşit haklara sahip olması, İslam düşmanlığına karşı somut olarak hangi projelerin gerçekleştirildiği gibi hususlarda seçime giren adayların hangi pozisyonu benimsedikleri çok iyi analiz edilerek sandığa gidilmelidir.

Seçim kampanyası esnasında “Türk aday” olmakla öne çıkan, fakat temsil ettiğini iddia ettiği topluluğun değerlerine tamamen yabancı, hatta inkâr edici bir söylem takınan, bunun yanında terör örgütü sembolleriyle aynı ortamda bulunmaktan, onların önünde fotoğraf vermekten rahatsız olmayan, daha da öteye geçip Türkiye’de on binlerce insanın canına kast eden terör örgütü ile açık ittifak içinde olup, insanların katledilmesine ortak olan adaylar Türkiye kökenli seçmenler açısından titizlikle değerlendirilmelidir.

Sol Parti terör örgütü PKK’ya verdiği açık destekle; Yeşiller de bünyelerinde birçok nitelikli politikacı barındırmalarına rağmen, PKK tarafından desteklenen programlarda PKK bayrakları eşliğinde boy göstermekten çekinmeyen bir Genel Başkan’a sahip olmaları sebebiyle Türkiye kökenlilerin desteğini hak etmediklerini gösterdiler. Başka bir ülkede huzursuzluğu ve çatışmayı körükleyecek hiçbir çabanın hoş görülmesi mümkün değildir. PKK ve teröre karşı bir duruş sergileyemeyen, bunların aleyhine bir ifadede bulunmaktan imtina eden bir partiyi ilginç bir şekilde ‘kardeş parti’ ilan eden bir Genel Başkana sahip olan SPD için de benzer durum söz konusudur. CDU ise PKK’ya karşı duruşunu ifade etmekle beraber, sağ popülist söylemleri içselleştirmesi ve içi boş sembol politikalarına başvurmasıyla potansiyel seçmenlerini küstürmüştür. Sadece göstermelik olarak Türkiye kökenli siyasileri sahneye sürmek yeterli değildir, hele ki bunlar kendi ailelerinin dini ve kültürel değerlerinden utanıyorken.

Bir diğer hayal kırıklığı da Türkiye kökenli siyasilerin seçildikten sonra Almanya’da yaşayan Türkleri eşit haklara sahip vatandaş değil de uyum sağlaması gereken problemli insanlar olarak görmeleridir. Üstelik de bunu bizzat kendi partilerinde ‘şüpheli kişi’ olarak algılanmamak için yapmaktadırlar. Genel anlamda Müslümanları, özelde de Türkiye kökenlileri uzun bir süreden beri tehdit eden asli unsur maalesef artık yalnızca aşırı sağ veya sağ popülist siyaset değildir.

Bu eleştiriler tabii ki Almanya’da yaşayan Türk ve Müslümanları ilgilendiren hususları dikkate alarak bunlar için çaba sarf eden, ancak partilerinde kendilerine şans verilmeyen ya da bu sebeple nispeten ‘daha küçük’ partilerde kendine yer bulan siyasilere yönelik değildir.

Bu bağlamda azınlık konumunda bulunan hem Türkiye kökenli hem de bütün Müslüman seçmenleri muhakkak bilinçli bir şekilde oylarını kullanmaya davet ediyorum. Zira hem ülkenin siyasetini hem de geleceğini şekillendirmeye katkı sağlayacaklar.”