Yeneroğlu: “Hollanda Türk toplumuna yönelik artan baskıyı endişeyle takip ediyoruz”

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı AK Parti Milletvekili Mustafa Yeneroğlu Hollanda’da yaşayan Türk toplumuna yönelik artan siyasi baskıyla ilgili, “Hollanda’da Mart 2017 tarihinde yapılacak seçimler öncesi artan kültürel ırkçılık ve Türk toplumuna yönelik siyasi baskıyı kaygıyla takip ediyoruz. 15 Temmuz darbe girişimden sonra ülkede yaşayan Türklerin hedef alınması izahattan yoksundur.” açıklamasında bulundu. Yeneroğlu şunları kaydetti:

“15 Temmuz darbe girişimi doğal olarak Hollanda’da yaşayan vatandaşlarımız tarafından da büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Diğer ülkelerde olduğu gibi bu ülkede de insanlarımız Türkiye’nin içinden geçtiği kritik sürece kayıtsız kalmamışlardır. Çok kültürlülük modeliyle anılan Hollanda’da siyasiler insanların hissiyatını anlamak yerine siyasi baskıya yönelmiştir. Kültürel ırkçılığı temel programa dönüştürmüş sözde Özgürlük Partisi liberal toplum düzenini tehdit edecek düzeyde Hollanda toplumunu zehirlemektedir. Bu durum tüm siyasi partileri sağcı popülizm tehditiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Hollanda toplumunun asli unsuru olan insanların kurduğu sivil toplum kuruluşları Meclis’te sorun haline getirilmiştir. Muhatap almamak gibi girişimler ne yazık ki Türkiye kökenli insanların bulundukları topluma karşı aidiyet hislerini baltalamaktadır. Bu kapsamda Hollanda’daki Türk toplumuna yönelik artan siyasi baskıyı kaygıyla takip ediyoruz. Ülkede yaşayan Türk vatandaşlarının hedef alınması izahattan yoksundur.

Tartışmaların Hollanda Diyanet Vakfı üzerinden yürütülmesiyse siyasilerin yapılan ikili anlaşmalara ve toplumsal realiteye ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Diyanet İşleri Başkanlığımız, alanında uzman din görevlilerini özellikle vatandaşlarımızın yoğun yaşadığı ülkelere göndererek Müslümanlara yönelik kapsamlı dini hizmetler sunmaktadır. Bu sayede ilgili ülkede yaşayan Müslümanların haklarının gereğini yerine getirdiği gibi Hollanda toplumunun da huzuru ve refahına katkıda bulunmaktadır. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığına yönelik dışlayıcı politikalar yerine, daha yapıcı bir diyalog geliştirilmesi her şeyden önce Hollanda’nın menfaatinedir. Dini kurumların yıpratılmaması ortak hassasiyet olmalıdır.

Her türlü baskıcı siyasetin önüne geçilmesi ve özgürlükçü yapının güçlendirilerek korunması lazımken bu tarz popülist tartışmalarla aşırı sağ akımlara fırsat verilmektedir. Bu siyasi baskıya rağmen başta Hollanda Diyanet Vakfı olmak üzere ilgili sivil toplum kuruluşlarının kapsamlı çalışmalarına devam edeceğine inancım tamdır. Hollanda’da hizmetlerini yürüten Türklere ait sivil toplum kuruluşları aynı zamanda Türkiye ile Hollanda arasındaki ilişkilerin gelişmesine katkıda bulunmaktadırlar.”

Zürih’teki “cinnet geçirme” olayı: Failler arasında ayrım yapmak Müslüman mağdurlara karşı ayrımcılıktır

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı AK Parti Milletvekili Mustafa Yeneroğlu Zürih’te bir camide gerçekleştirilen silahlı saldırı münasebetiyle bir açıklama yaptı. Siyah giysili bir adamın caminin içerisine girerek, namaz kılan Müslümanların üzerine rastgele ateş açması sonucu ağır yaralananlar olmuştu. Olayla alakalı olarak, “Zürih’teki saldırıda neden ilk baştan Müslüman karşıtı motivasyon ihtimali göz ardı ediliyor ve basın buna eleştirel yaklaşmıyor, anlamak mümkün değildir. Siyasilerin ve emniyet birimlerinin görevi imkân dâhilindeki bazı motivasyonları en başından göz ardı etmek değil, olayın bütün yönleriyle aydınlatılmasını sağlamaktır.” diyen Yeneroğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“Saldırılar sonrasında hem basının hem de resmî yetkililerin kullandıkları dili fail veya mağdurun kim olduğuna göre belirlemeleri günümüzün endişe verici problemlerinden bir tanesidir. Zanlının Müslüman olmadığı durumlarda, hem de olay daha yeni yaşanmışken terör ihtimalinin olmadığını açıklayan zihniyet sahiplerine tanıklık ediyoruz. Bu seçici yaklaşım son olarak Zürih’te bir camiye gerçekleştirilen saldırı sonrasında gözler önüne serildi.

Suç eylemlerini, hangi motivasyonla yapılmış olduğu düşünülürse düşünülsün hiçbir şüpheye mahal vermeden aydınlatmak ve spekülasyonlardan uzak durmak hukuk devleti olmanın temel gerekliliklerindendir. Buna rağmen bilhassa siyasilerin, bakanların ve emniyet yetkililerinin kamuoyuna yaptıkları açıklamaları zanlının kim olduğuna göre yaptıklarını görüyoruz. Zürih’teki saldırıyı ele alacak olursak, basında yer alan haberlere göre olayın nefret suçu olmama ihtimali ne kadarsa olma ihtimali de o kadar. Buna rağmen medyada cinnet ve psikolojik problemler daha ağırlıklı olarak dile getiriliyor ve saldırganın neden bir camiye girip etrafa ateş açtığı sorusu sorulmayarak diğer motivasyonlar göz ardı ediliyor.

Sonuç olarak bu zihniyet sürekli olarak sadece Müslümanların terör bağlamına çekilmesine sebebiyet veriyor. İslam düşmanlığının git gide yaygınlaştığı, Müslümanlara ve İslami müesseselere yapılan saldırıların arttığı bir dönemde böyle bir tutum sergilemek oldukça yıkıcı ve endişe vericidir. Bu habercilik anlayışı basının bilgilendirme sorumluluğuyla bağdaşmamakta, bilakis bilgi kirliliğine sebep olmaktadır. Bu tür seçici habercilik anlayışının topluma etkisi hakkında özeleştiri yapılması yerinde olacaktır.”

Yeneroğlu: “Dayanışma göçün krize dönüşmesini engelleyecektir”

18 Aralık Uluslararası Göçmenler Günü münasebetiyle bir açıklama yapan TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, “Ne yazık ki küresel bir krize dönüşen göç hareketliği noktasında istisnai birkaç ülke hariç iyi bir sınav verilmemektedir.” dedi ve şunları kaydetti:

“18 Aralık günü, Birleşmiş Milletler tarafından 2000 yılında Uluslararası Göçmenler Günü olarak kabul edilmiştir. Her yıl bu tarihte dünyada göçmenlerin ve yerinden edilmiş insanların sorunlarına ilişkin farkındalık oluşturmayı hedefleyen Uluslararası Göçmenler Günü son yıllarda çok daha büyük bir anlam ifade etmektedir.

Bugün dünya genelinde uluslararası ve yerel çatışmalar, savaşlar, insan hakları ihlalleri, ekonomik krizler ile etnik ve dini ayrımcılık milyonlarca insanın ülkesini terk etmesine ve göç yoluna düşmesine neden olmaktadır. Bugün 65 milyonu bölgesel krizlerden dolayı yurtlarından edilenler olmak üzere dünya genelindeki göçmen nüfusu 250 milyona yakındır ve bu sayı tarihteki en yüksek rakama ulaşmıştır. Sadece son 15 yılda göçmen sayısında %40’tan fazla artış söz konusudur. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) dünya genelinde 65 milyondan fazla kişinin şiddet ve savaş nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kaldığını açıklamaktadır. Ne yazık ki evlerini terk etmek zorunda kalan bu insanların yarısından fazlası 18 yaşın altındaki çocuklardan oluşmaktadır. Bu sayıya çeşitli nedenlerle vatansız kalmış 10 milyon kişiyi de eklediğimizde, II. Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük mülteci ve yerinden edilmiş nüfus ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir. Bu dramatik tablonun değişmesi için tüm ülkelere önemli sorumluluklar düşmektedir.

Dünyanın en önemli göç güzergâhları üzerinde yer alan ülkemiz son yıllarda bölgesinde devam eden siyasi istikrarsızlıklar nedeniyle başta Suriye olmak üzere bölge ülkelerin vatandaşları tarafından güvenli bir yuva olarak görülmekte ve hedef ülke olarak yoğun bir göç akını yaşamaktadır. Bugün Türkiye geçici koruma altında ve geçici koruma ön başvuru sahibi olan 3 milyonu aşkın Suriye vatandaşına ev sahipliği yapmaktadır. Bu kapsamda Suriyeli çocukların 500 binden fazlasına eğitim imkânı sağlanmış, yetişkinlere çalışma imkânının önü açılmıştır. Ayrıca kamplarda barınma imkânı sunulmuştur ki bu sayı günümüzde 250 binden fazladır.

BMMYK verilerine göre ülkemiz dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülkedir. Tüm Avrupa’nın bu süreçte kabul ettiği Suriyeli sayısı ise 1 milyon 170 bin kadardır ve bunun da %65’ini Almanya, Sırbistan ve Kosova yüklenmiştir. Görüldüğü üzere küresel bir insani sorun olan bu konuda uluslararası alanda adil bir külfet paylaşımı bulunmamaktadır. Yerinden yurdundan edilmiş, daha insani ve güvenli bir ortam için yeni yaşam alanları arayışına girmiş sığınmacılara karşı gösterilmesi beklenen dayanışma ve duyarlılık yüzeysel düzeyde kalmamalıdır. Söz konusu olan her şeyden önce insani ve vicdani bir sorumluluktur.

Bugün vesilesiyle 18 Aralık Uluslararası Göçmenler Günü’nün dünya genelinde yaşanan trajik duruma ilişkin farkındalığı arttırmasını diler ayrıca ülkemizdeki ve dünyadaki tüm göçmenlerin bu özel gününü kutlarım.”

CDU’nun çifte vatandaşlık kararı artan Türk düşmanlığının bir yansıması

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı AK Parti Milletvekili Mustafa Yeneroğlu Almanya Hristiyan Birlik Partisi’nin (CDU) Parti Kongresi münasebetiyle bir açıklama yaptı. “CDU’nun, Opsiyon Modeli’nin tekrar yürürlüğe koyulması ile alakalı parti kararı çifte vatandaşlığa karşı bir mütalaa olmaktan ziyade, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli vatandaşları dışlamanın bir ifadesidir. Bu da beni ziyadesiyle endişelendirmektedir.” diyen Yeneroğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“CDU’nun, Opsiyon Modeli’nin Vatandaşlık Yasası çerçevesinde tekrar yürürlüğe koyulması kararı beni şaşırttı. Bilhassa böyle bir önergenin parti içerisinde daha uluscu kanadı temsil eden eski jenerasyondan değil de partinin gençlik teşkilatı Genç Birlik (Junge Union) tarafından yapılmış olması hayret vericidir. Bu her şeyden önce çifte vatandaşlık tartışmalarının zannedildiği gibi bitmiş olmadığını, aksine bizleri daha uzun süre meşgul edeceğini gösteriyor. CDU’nun Almanya İçin Alternatif (AfD) Partisi’nin sağ popülist ajandasının önünde bu şekilde diz çökmesi önümüzdeki genel seçim sürecinde bizi iyi günler beklemediğini gösteriyor.

Beni hiç ama hiç şaşırtmayan husus ise bu tartışmanın Türkiye kökenliler üzerinden gerçekleştirilmesi. Opsiyon Modeli’ne karşı olanlar, hâkim olan Türkiye karşıtı atmosferden faydalanmak için bilinçli bir şekilde meseleyi bu bağlama çekiyorlar ve görüldüğü üzere bunu da başarıyorlar. Eğer aynı uygulama Rusya kökenli Alman vatandaşları üzerinden tartışılsa idi parti içerisinden gelen bu önerge için çoğunluğun sağlanamayacağı açıktır.

Asıl problem teşkil eden husus ise Almanya’da yaşayan yaklaşık 3 milyon Türkiye kökenli insana karşı oluşturulan atmosferin oldukça endişe verici bir boyutta olmasıdır. Kongrede Opsiyon Modelinin sadece göreceli olarak oylamaya sunulduğunu gördük. Çünkü CDU’nun tek başına parlamentoda bir yasa değişikliği yapabilmesi mümkün gözükmüyor. Bunu parti kongresinde hazır bulunan delegeler de biliyor. Buna rağmen önergenin çoğunluğun oyunu alabilmesi Türkler üzerinden sorunsallaştırılmasından kaynaklanıyor. Bu yüzden bu tartışma bir çifte vatandaşlık tartışması değildir ve Almanya’daki Türkiye kökenlilerin ne derece dışlandığının bir göstergesidir.

Bu oylama 3 milyona yakın Türkiye kökenli insan tarafından da bu şekilde algılanacaktır. Bu algı uyum politikaları açısından çok büyük tahribatlara yol açacaktır. Pratikte hiçbir mantığı olmayan bir önergenin sırf tartışma Türkiye kökenlilerin üzerinden yürütülüyor diye kabul edilmesi, Türkiye kökenlilerin ne derece dışlandığının açık bir göstergesidir. Bu beni ziyadesiyle endişelendirmektedir. Bu endişeyi Almanya’daki bütün demokratik güçlerin de paylaşması gerekmektedir.

Sayın Merkel’e bu yanlış yola girmeme çağrısında bulunuyorum. Kendisi Türkiye kökenliler tarafından, zaten CSU ile sürekli daha da sağa doğru sürüklenen Birlik partilerindeki sağcı popülist kanada karşı tashih edici olarak görülmektedir.

Şunu da unutmamak gerekir ki bu tartışma da bir zaman meselesidir. Küreselleşen dünyada insanların yaşam alanları ve şartları sürekli olarak dönüşüme uğramaktadır. İnsanlar artık daha mobil durumda, daha sıkı ulus aşırı ilişkiler kurmakta ve birden çok ülkeyi vatanları olarak hissedebilmektedirler. Bu hakikati Birlik partileri de zamanla anlayacak ve er ya da geç doğru yola geleceklerdir.”

Yeneroğlu: “Yeryüzünün tüm coğrafyalarında insan haklarının korunabilmesi adına önümüzde uzun bir yol var”

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü münasebetiyle bir açıklama yapan TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, “Bu gün vesilesiyle yeryüzündeki tüm insanların insan onuruna yakışır bir hayat sürmeyi hak ettiğini hatırlatmak isterim.” dedi ve şunları kaydetti:

“20. yüzyılın ilk yarısındaki savaşlarda insan haklarının hiçe sayılması, bu hakların korunması için dünya çapında çeşitli yapıların oluşturulmasını ve önlemler alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu hedefler doğrultusunda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A(III) sayılı kararıyla ilan edilmiş ve beyannamenin kabulünden 2 yıl sonra tüm dünyada 10 Aralık tarihinin “İnsan Hakları Günü” olarak kutlanmasına karar verilmiştir. Beyanname, insan haklarının korunmasının dünya barışının temeli olduğu, insan haklarının tanınması ve işlerlik kazanmasının hem kişiler hem de toplumlar için vazgeçilmez olduğu düşüncesine dayanır.

Beyanname günümüzde yaşanan ırk, cinsiyet, din ve tüm diğer ayrışmalar üzerinden yaşanabilecek ayrımcılık türlerine karşı önemli bir yol haritası olarak önümüzde durmaktadır. İnsanlık onurunu hak ettiği yere taşıma çabasıyla oluşturulan beyannamenin yeryüzünün tüm coğrafyalarında ivedilikle işlerlik kazanması en büyük isteğimizdir. Yerel ve küresel tüm aktörlerin insan haklarının uygulanması noktasındaki ortak ve kararlı mücadelesine her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır.

TBMM İnsan Hakları Komisyonumuz da bu doğrultuda 1990 yılından bu yana insan haklarının korunması ve geliştirilmesi açısından önemli roller üstlenmiştir. Geçmişe dönüp baktığımızda son on beş yıllık süreçte Türkiye’de insan haklarının iyileştirilmesi noktasında ciddi ilerlemeler kaydedilmiştir. Ancak kat edilen bu mesafe yeterli görülmemelidir. İnsan hakları ideallerinin yediden yetmişe tüm alanlarda işlerlik kazandığı bir ülke olma ideali yolunda taşıdığımız sorumluluk büyüktür.

15 Temmuz sonrası iç siyasette yaşanan gelişmeler, PKK terörünün oluşturduğu tehdit ve tehlike ortamı ayrıca bölgemizde yaşanan savaşlardan dolayı ülkemize yansıyan sorunlara rağmen komisyonumuz, insan hakları konusunda verdiği kararlı mücadeleden vazgeçmemiştir. Dün olduğu gibi bugün de insan haklarının evrenselliği ve vazgeçilmezliği bilinciyle çalışmalarını yürütmektedir.

İnsan hakları mevzusu siyaset üstü bir meseledir ve öyle kalmalıdır. Ülke olarak ciddi sınamalardan geçtiğimiz bir dönemde, hiçbir uluslararası örgüt ya da siyasal aktörün insan hakları kavramını tekeline alarak söz konusu değerleri siyasi malzemeye dönüştürmeye ve bu değerlerin içini boşaltmaya hakkı yoktur. Bu yöndeki uğraşlar bir kötü niyet göstergesi olarak tarihteki yerini almıştır.

Bu düşüncelerle İnsan Hakları Günü’nün 68. Yıldönümü vesilesiyle yeryüzünün tüm coğrafyalarındaki tüm insanların insan onuruna yakışır bir hayat sürmeyi hak ettiğini hatırlatmak, gerekli farkındalık ve bilinçle yürünecek uzun bir yolumuz olduğunu belirtmek isterim.”

Yeneroğlu: “Arakanlı Müslümanlara yönelik zulme dünya sessiz kalmamalı”

Myanmar’ın Arakan Eyaletinde yaşanan son gelişmelere ilişkin bir açıklama yapan TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, “İnsan hakları ideallerine gönül vermiş tüm aktörlerin Arakan’da yaşanan zülüm ve katliamlar karşısında gerekli baskıyı uluslararası arenada dile getirmeleri büyük önem taşımaktadır.” dedi ve şunları kaydetti:

“Arakan’ın kuzeyinde geçtiğimiz ay emniyet güçlerini hedef alan saldırı neticesinde dokuz güvenlik görevlisinin hayatını kaybetmesinin ardından bölgede yürütülen operasyonlar son derece yıkıcı ve tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Güvenlik güçlerini hedef alan saldırıyı yurtdışı kaynaklı radikal grupların gerçekleştirdiği iddiasıyla yürütülen operasyonlarda 9 Ekim tarihinden bugüne kadar 428 insan öldürülmüş, 192 kadın tecavüze uğramış, 440 kişi tutuklanmış ve 160 işkence ihbarı rapor edilmiştir. Bu rakamlar dünyada en fazla zulüm gören topluluk olarak tanımlanan Arakan Müslümanlarına uygulanan etnik ve dini temelli soykırımı bir kez daha gözler önüne sermiştir. Ayrıca Mynmar yönetiminin milli politikası haline gelen Arakanlı Müslümanları kendi topraklarından atma hedefi uğrunda atılan bir adım olarak tarihteki yerini almıştır.

Arakanlı Müslümanları hedef alan geniş çaplı operasyonlar neticesinde 1780 ev yakılmış ya da kullanılamaz hale getirilmiş ve büyüyen bu insani krizden kaçmak zorunda kalan insanların sayısı 30 bini aşmıştır. 2012 yılında Budist çoğunluğa mensup ırkçı grupların Müslüman azınlığa yönelik gerçekleştirdiği saldırılardan bu yana yaşanan bu en ciddi operasyon neticesinde, 150 bin kişi bölgeye gidecek yardımlara muhtaçtır. Ancak Arakanlıların yaşadıkları köylerin neredeyse tamamı güvenlik bölgesi ilan edildiği için gerekli yardımlar ulaştırılamamaktadır. Gerekli insani yardımların önündeki engellerin kaldırılması noktasında uluslararası insani yardım kuruluşlarının harekete geçmesi hayati önem taşımaktadır. Ayrıca Birleşmiş Milletler nezdinde bölgede inceleme yapılmasına izin verilmesi de büyük bir ihtiyaçtır.

Arakanlı Müslümanların yaşadığı bu baskıların etkisini artıran en önemli etken ise 1982 Vatandaşlık Yasası ile birlikte Arakanlı Müslümanların kendi topraklarında vatandaş olarak tanınmamaya başlamasıdır. Bu Yasaya göre, 8 ulusal ve 135 etnik gruptan birine ait olan veya ataları 1823 yılından önce ülkeye yerleşmiş olan bireyler vatandaş olarak nitelendirilmektedir. Bu durum söz konusu Müslümanların ‘vatansız/haymatlos’ olarak tanımlanmalarına neden olmuştur. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Deklerasyonu’nun ‘Hiç kimse vatandaşlık haklarından mahrum edilemez’ maddesine rağmen Arakanlı Müslümanlar kendi ülkelerinde vatandaş statüsüne sahip değillerdir. 1982 Anayasası’nın bu yansımalarından kurtulunması, Arakanlı Müslümanların ülkenin temel bir parçası olarak görülerek temel insani haklardan mahrum bırakılmaması ayrıca ülkedeki vatandaşlık kanunun tüm bireyleri kapsayacak biçimde iyileştirilmesi için gerekenlerin yapılması önemli adımlardan olacaktır.

Gerilimin daha da tırmanmasının ve en önemlisi yaşanan sivil kayıpların engellenmesi için uluslararası aktörlerin insanlığın tükenişini seyretme konumundan çıkıp gerekli adımları atmaları elzemdir. Bizlere düşen insanlığın ufkunu ve umudunu kapatan bu şiddet olayları karşısında dayanışma, kardeşlik ve dünyanın her yerinde çoğulcu bir topluma dair umutlarımızı diri tutmak, yaşanan elim hadiseleri dünya kamuoyunun gündemine taşıma gayreti içerisinde olmak ve kamuoyu nezdinde gerekli hassasiyetin oluşturulmasıyla Arakan Müslümanlarına yönelik baskının son bulmasının sağlanmasıdır.”

Yeneroğlu: “Mölln kundaklaması 60 senelik göç tarihinde bir utanç vesikası”

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı ve AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Mölln Faciasının 24. yıldönümü dolayısıyla yaptığı açıklamada “Kendinden görmediği ve farklı kabul ettiği için ötekileştirilen insanların doğrudan canlarına kast edilmesi, bu saldırının masum insanları, hatta çocukları kundaklayarak gerçekleştirilmesi ırkçılığın ulaşabileceği en son noktadır.” dedi ve şunları kaydetti:

“Almanya’nın kuzeyinde yer alan Schleswig-Holstein eyaletine bağlı Mölln kentinde 23 Kasım 1992 tarihinde ırkçılar tarafından bir Türk ailesinin oturduğu ev kundaklanmış, çıkan yangında Aslan ailesinin 3 ferdi, Bahide (51), Yeliz (10) ve Ayşe (14) hayatını kaybetmişti. Ayten Aslan’ın oğlu Emrah’ı battaniyelere sararak 7 metre yükseklikteki pencereden atlamasıyla ve Bahide Aslan’nın da ölmeden önce torunu İbrahim’i ıslak battaniyeye sararak masanın altına saklamasıyla Aslan ailesinin iki evladı bu saldırıdan ağır yaralı olarak kurtulmuştu. Yaşanan bu facianın sorumlusu olarak yargılanan iki Neonazi’den biri (Lars C.) yaşı küçük olduğu için 7,5 yıl, diğeri ise (Michael P.) 15 yıllık hapis cezalarının ardından serbest kalarak yeni kimlikleriyle koruma altına alınmıştı.

Almanya’da Türklere karşı yapılan ilk ırkçı kundaklama olarak kabul edilen Mölln faciasının üzerinden geçen 24 yılın ardından bugün, yabancılara yönelik ırkçı saldırılar artarak devam etmektedir. Mölln ve Solingen gibi insanı hayrete düşürecek kadar gözü dönmüş bir vahşetin tezahürü olan ırkçı saldırılar Almanya’nın 60 senelik göç tarihinde utanç ve uyarı vesikası olarak yer almaktadırlar. Ne yazık ki bu dehşet verici uyarılar görmezden gelinmiş, böylece ırkçı saldırıların kurbanları unutulmuşluğa itilmelerinin yanında yeni kurbanların oluşması için de elverişli bir zemin oluşmuştur. Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar (PEGIDA) isimli hareketin ortaya çıkması, sağcı-popülist bir parti olan ve yabancı düşmanı söylemleriyle mevzi kazanan Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) 10 eyalet meclisine girmesi ırkçı söylemlere halk tarafından verilen desteği ortaya koymaktadır. Tüm bu gelişmeler ırkçılıkla mücadelede gerekli tedbirlerin zamanında alınmasının ne denli mühim olduğunu gözler önüne sermektedir. Demokratik güçlerin ırkçılığa karşı daha kararlı olmaları ve etkili önlemler almaları, başka bir Mölln’ü, Solingen’i ve yeni kurbanları önlemek adına bir zarurettir.

Sadece ‘yabancı’ gördüğü için insanları yakarak öldürmek gibi vahşi bir boyuta ulaşan ırkçılığın önünü kesmek ancak çoğulculuğu ve toplumsal uzlaşıyı besleyecek politikalarla söylemleri geliştirmekle mümkün olacaktır.”

Yeneroğlu: “PKK ile ilgili iddiaların peşinen reddedilmesi şaşırtıcı, hakikat ise apaçık ortadadır”

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı AK Parti Milletvekili Mustafa Yeneroğlu Almanya Federal Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in Türkiye ziyareti münasebetiyle bir açıklama yaptı. “PKK ile ilgili iddiaların Almanya’da şaşkınlıkla karşılanması hayret vericidir. Hâlbuki bütün bilgiler Alman devletinin resmî makamlarından alınmıştır.” diyen Yeneroğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“PKK ile ilgili iddiaların Almanya’da şaşkınlıkla karşılanması Türkiye’de hayret uyandırmıştır. Hâlbuki bütün bilgiler Alman devletinin resmî makamlarından alınmıştır. Anayasayı Koruma Dairesi’nin hem federal hem de eyalet bazında yayımladığı raporlarda PKK’nın Almanya’yı geri çekilme1 , militan toplama2 ve finansman3 merkezi olarak kullandığı ifadesi açıkça belirtilmektedir. Kendi raporlarında mevcut olan bilgileri peşinen reddetmek garip bir tavırdır. Her ne kadar Federal Dışişleri Bakanı reddetse de Federal Anayasayı Koruma Dairesi ‘Avrupa’nın PKK için ‘güvenli bir liman’4 teşkil ettiğini’ açıkça ifade etmektedir.

Aynı zamanda PKK’nın Almanya’da neredeyse her gün rahatça propaganda5 yapabiliyor olması PKK’nın kâğıt üzerinde yasaklı olduğu, ama bunun pratiğe hiçbir etkisinin olmadığının kanıtıdır. Federal Almanya sınırları içerisinde hukuki olarak yasak kapsamında bulunan yüzü aşkın takipçi örgüt6 hiçbir engelle karşılaşmaksızın eylemlerine devam edebilmekte, gösteri ve PKK propagandası yapabilmektedir.7

Esasında Federal Anayasayı Koruma Dairesi Başkanı Hans-Georg Maaßen’in de iddiaları reddetmesi PKK örgütlerine karşı Almanya’nın tutumunu çok iyi özetlemektedir. Bu hakikat tamamı Federal Meclis tutanaklarından alınan şu bilgilerle ortaya çıkmaktadır: (07.01.2015 tarihi itibarıyla) 4.400 sonuçlanmamış soruşturmalar neticesinde dokuz kişiye karşı sekiz adet ceza davası yürütülmüştür.8 (27.01.2016 itibarıyla) Bu bağlamda altı sanığa karşı açılan beş adet dava hapis cezası ile sonuçlanmıştır.9 Bütün bunlar ortadayken, hatta ve hatta Anayasayı Koruma Dairesi Raporu’nda dahi 14 bin PKK üyesinden söz edilmekteyken PKK ile ciddi bir şekilde mücadele edildiği iddiasında bulunmak gerçekten de rahatsız edicidir.

Alman medyası o hiç dilinden düşürmediği eleştirel tutumu kendisi de gösterememektedir. Bir tanesi ‘savunulması mümkün olmayan suçlamalardan’ bahsetmekte (FAZ-Frankfurter Allgemeine Gazetesi)10 , diğeri de Sayın Steinmeier’in Türk yetkililerinin suçlamalarını ‘açık bir dille reddettiğini’ söylemekle yetinmektedir (SZ-Süddeutsche Gazetesi)11 . Gazeteciliğin gerektirdiği ciddiyeti bu haberlerde bulmak mümkün değildir. Bu da Türkiye’de şaşkınlıkla karşılanmaktadır.

PKK ile alakalı olarak ortaya atılan iddialara Alman medyasının genel anlamda yaklaşımı da içler acısıdır. Sergilenen tek taraflı habercilik yüzünden Almanya’da hemen hemen hiç kimse Türkiye’nin terörden ne çektiğini bilmemektedir. Her gün teröre kurban giden insanlar ve geride bıraktıklarının acısı haberlerde konu edilmemektedir. Almanya’dan gelen misafirlerimiz de PKK terörünün adını koymaktan geri duran ve bunu lanetlemeye dahi yanaşmayan, ama teröristlerin ailelerini ziyaret etmeyi de ihmal etmeyen politikacılarla dayanışma içerisine girmeyi tercih etmektedirler.

Her şeye rağmen Federal Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier Türkiye’de çok saygın bir konuma sahiptir. Kendisi Almanya ve Türkiye’yi birbirine bağlayan, ‘bugün’den daha köklü bir bağ olduğunu isabetle dile getirmektedir. Türk-Alman dostluğu, bugün tahmin edilebileceğinden daha fazla önem arz etmelidir.

Bu anlamda terörle ilgili dile getirilen iddiaların genellemeci bir dille reddedilmesi eleştirilmeli ve Alman güvenlik kurumları ile savcılıkların teröre yaklaşımları sorgulanmalıdır. Almanya’daki siyasi sorumlular Türkiye’nin terörle mücadelesinde Türkiye’nin yanında olduklarını sadece ‘sözle’ ifade ettiklerinde Türkiye kamuoyunda nasıl bir izlenim oluşturduklarını da ciddi bir şekilde gözden geçirmelidirler. Bu anlamda terör kurbanlarının acılı ailelerini ziyaret etmeleri ve onların üzüntüleri hakkında bilgilenmeleri; bunun da ötesinde kendi yaklaşımlarını bir de ‘Eğer bu olaylar Türkiye’nin değil de Almanya’nın başına gelseydi ne olurdu?’ sorusu ışığında gözden geçirmeleri faydalı olacaktır.”

1- Berlin Anayasayı Koruma Dairesi Raporu 2015, s. 78: “Almanya PKK için bir geri çekilme ve militan toplama merkezi konumundadır...”
2- Federal Anayasayı Koruma Dairesi Raporu 2014, s. 125: “Gerilla için militan toplama: Hem PKK’nın medya organları (dergiler, televizyon kanalları vs.)
hem de internet kanalıyla gençler açık ve maksatlı bir biçimde silahlı mücadeleye katılıma çağırılmıştır.”; Baden-Württemberg Anayasayı Koruma Dairesi Raporu 2015,
s. 113: “PKK Türkiye’de 2015 yazına kadar devam eden barış sürecinde dahi silahlı kanadı HPG’ye eleman temin etmek için çaba göstermiştir.”
3- Federal Anayasayı Koruma Dairesi Özel Yayını, Kürdistan İşçi Partisi (PKK), 2014, s. 6, 38ff; Federal Anayasayı Koruma Dairesi Raporu 2015, s. 218
4- Federal Anayasayı Koruma Dairesi, Kürdistan İşçi Partisi (PKK), 2014, s. 38
5- Federal Anayasayı Koruma Dairesi Raporu 2015, s. 216ff.
6- PKK ile ilgili bütün Anayasayı Koruma Dairesi raporlarında yer almakla beraber bkz. Bavyera Anayasayı Koruma Dairesi Raporu, s. 78 ff.;
Kuzey Ren-Vestfalya Anayasayı Koruma Dairesi Raporu 2015, 2. 147; Baden-Württemberg Anayasayı Koruma Dairesi Raporu 2015, s. 107
7- Federal Anayasayı Koruma Dairesi Raporu 2015, s. 218: “Bunun yanında, parti PKK mensupları tarafından temas noktası ve buluşma merkezi olarak
yerel Kürt derneklerini kullanmaktadır. ‘Almanya Kürtler Demokratik Toplum Merkezi (NAV-DEM)’ bu derneklerin çatı kuruluşu olarak faaliyet göstermektedir.”
8- Alman Federal Meclisi - 18. Yasama Dönemi, Tutanak 18/3702, s.3
http://dip21.bundestag.de/dip21/btd/18/037/1803702.pdf
9- Alman Federal Meclisi - 18. Yasama Dönemi, Tutanak 18/7332, s.3
http://dip21.bundestag.de/dip21/btd/18/073/1807372.pdf
10- Frankfurt Allgemeine Gazetesi, 16.11.2016, s. 10
11- Süddeutsche Gazetesi, 16.11.2016, s. 4

Steinmeier’in Ankara Ziyareti: Terörle mücadelede Almanya’dan dayanışma göremiyoruz

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı ve AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Alman Dışişleri Bakanı Steinmeier’in Ankara ziyareti münasebetiyle “ Türkiye kamuoyu, Almanya’da ülkemize yönelik sürekli gündemde yer alan eleştirilerin samimiyetini terörle mücadelede gösterilen dayanışmayla ölçüyor.” açıklamasında bulundu ve şunları kaydetti:

“Alman Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’e –yarın ki ziyaretinde olduğu gibi- Türkiye’nin kapısı her zaman açıktır. Kendisinin ziyareti genelde Türkiye-Avrupa ilişkilerinin özelde de Türk-Alman ilişkilerinin hiçbir zaman olmadığı kadar dayanıklılık testinden geçtiği bir dönemde gerçekleşiyor. Diğer Avrupa ülkelerinden çok daha fazla terör örgütlerinin hedefinde olan Türkiye, vatandaşlarının güvenliği ile kamu düzenini sağlamak için bunlarla mücadele ediyor. Bu bağlamda Avrupa’dan gelen daimi eleştiriler taraflı olduğu için bir değer ifade etmiyor. Diğer yandan Türkiye kamuoyu, 15 Temmuz darbe girişiminde demokrasi düşmanlarına karşı eğilmemek gerektiğini açıkça ifade eden bir ülkenin gerekli dayanışmayı göstermemesini de yadırgıyor.

Darbecilere ve terör örgütlerine karşı alınan önlemler toptancı bir şekilde hukuk devletinin altının oyulduğu şeklinde tasvir ediliyor. Yine kamuoyuna terörizme karşı omuz omuzayız mesajları verilmesine rağmen Avrupa’daki müttefiklerimiz darbecilere ve teröristlere propagandalarını yapabilmeleri için geniş bir alan sunuyorlar. Her ne kadar Sayın Steinmeier kabul etmese de terör örgütü PKK’nın Almanya’daki faaliyetleri için federal kurumların raporlarına bakmak yeterlidir. Zira Almanya’da her yıl on milyonlarla ölçülen meblağların PKK için aktığı, terör eylemleri gerçekleştirmek üzere Almanya‘dan örgüte katılan gençlerin üç haneli rakamlarla ifade edildiği ve her gün şehir meydanlarında hatta Federal Meclisin önünde pervasızca propaganda yapabildikleri bu kurumların yayınlarında açık bir şekilde yer alıyor. Bunun ötesinde Türk vatandaşlarının mensup oldukları sivil toplum kuruluşları devamlı bir şekilde saldırılara maruz kalırken kamuoyunda buna karşı bir ses yükselmiyor. Geçen hafta sonu Almanya’da resmi olarak tanınan bir dini cemaatin terör örgütü lehine gösteri yapmasına ve gösteride yasak semboller taşınmasına rağmen ne polis herhangi bir müdahalede bulunmuş ne de siyasiler açıklama yapmıştır. Bu durum Türkiye’ye yöneltilen insan hakları söylemlerinin ne kadar içi boş sözler haline geldiğini gösteriyor.

Biz hiçbir Avrupalı müttefikimizin Türkiye’nin şu an dört bir taraftan maruz kaldığı tehditlerle karşılaşmalarını istemeyiz. Çökmüş devletlerle çevrili ve bu devletlerdeki terör örgütlerinin sürekli tehdidi altındaki Türkiye maalesef hemen her gün şehit vermektedir. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana ülkemiz demokrasiye yönelik en ağır saldırıyı yaşadı ve aynı zamanda topraklarında milyonlarca mülteciyi misafir ediyor. Dışişleri Bakanı Sayın Steinmeier de eminim bu durumu samimi bir şekilde değerlendirerek Türkiye’nin hem geniş Ortadoğu coğrafyasında hem de bizzat kendi topraklarında Avrupa’nın güvenliğini de sağladığını kabul edecek ve diğer taraftan ümit ederim ki Türkiye’nin güvenliğinin de Avrupa’nın merkezinde başladığını fark edecektir.”

Yeneroğlu: “NSU soruşturması Almanya’nın imajını şekillendiriyor”

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı ve İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, NSU terör örgütünün maskesinin düşmesinin beşinci yıldönümü dolayısıyla yaptığı açıklamada “Almanya NSU cinayetlerinin soruşturulması konusunda çok daha fazla çaba sarf etmeli ve davanın eksiksiz bir biçimde aydınlatılmasına ilişkin verdiği sözü yerine getirmelidir.” dedi. Yeneroğlu açıklamasının devamında şunları ifade etti:

“NSU terör örgütünün deşifre olmasının üzerinden beş yıl geçmiş olmasına rağmen Almanya davanın eksiksiz bir biçimde aydınlatılması konusunda verdiği sözü halen yerine getirmemiştir. Bunun yerine dava yeterince dikkatli takip edilmediği için ortaya çıkan bitmek tükenmek bilmez sözde hatalar ve aksilikler üzerinden dönen tartışmalar gündemdeki yerini almıştır. Bundan daha beteri olamaz diye düşündüğümüzde, NSU tanıklarının şüpheli ve ani ölümleri, resmi güvenlik kurumlarındaki kasıtlı dosya imhaları, devlet görevlilerinin soruşturma komisyonları karşısındayken hafızalarında inanılmaz boşluklar olduğunun ortaya çıkması ve küçük Peggy’in ölümüne sebep olan yeni NSU delillerini içeren dosyaların gösterilmemesi gibi aklın alamayacağı hadiseler meydana gelmiştir.

Karmakarışık bir hal alan NSU davasındaki tek sabite, cinayet vakalarında yabancı kökenli insanların hedef alınmasıdır. Küçük Peggy’in davası kapsamında Türkiye kökenli Ulvi K. 14 yıl boyunca suçsuz yere cezaevinde yatmıştır. Hem cinayetlerden hem de bombalı suikastlardan sonra başlatılan soruşturmalarda aşırı sağa karşı oluşturulması beklenen şüpheler geniş ölçüde eksik kalmıştır. Bu zamana kadar eleştirel gazetecilerin ortaya çıkardıklarının emniyet birimlerinden daha fazla olması ise ayrıca dikkat çekicidir.

Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi’nde görülen NSU davası da yaşanan onca sürecin ardından büyük hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştır. Hâkimler ve başsavcı yalnızca mevcut zararın sınırlandırılması için çabalayarak, faillerin açığa çıkması noktasında kısıtlı ve sınırlı bir çaba içerisine girmişlerdir. Oysaki NSU’nun çekirdek ekibinin üç kişiden çok daha geniş olduğuna işaret eden fazlasıyla ipucu ve iz vardır.

Bu zamana kadarki tam bir hayal kırıklığı olan soruşturma geçmişini göz önüne aldığımızda, NSU davasının eksiksiz bir biçimde yeniden ele alınması ve davanın seyrinde ortaya çıkan karmaşanın neden olduğu elim sonuçların da üzerine gidilmesi büyük bir zorunluluk halini almıştır. Ayrıca federal meclise bağlı soruşturma komitesinin eylem planının da uygulamaya geçirilmesi beklenmektedir. Ancak şimdiye kadar yaşananlar, dava sürecinde yapılması gerekenlerin hakkıyla yerine getirilmediğini açıkça göstermektedir. Gösterilen bu ihmalkârlık İslam ve yabancı düşmanlığı saikiyle işlenen suçlardaki artışa zemin hazırlamakta ve fecaat bir tablo ortaya koymaktadır.

Dolayısıyla soruşturma sürecini yakından takip eden Türkiye kamuoyunun taşıdığı hayal kırıklığı ve endişe için yeterli pek çok sebep bulunmaktadır. Bu soruşturmanın neticesi Almanya’nın imajıyla ilgili uzun yıllar belirleyici olacaktır, özellikle de insan hakları idealleriyle ilgili Türkiye’ye verilmeye çalışılan gerçekliğe yabancı ikazları göz önüne aldığımızda.”