“Hukuksuzluğun Sıradanlaşması: Silahlı Terör Örgütü Üyeliği Yargılamaları Rapor Takdimi” Hakkında Basın Toplantısı

Ekranları Başında Bizleri Takip Eden Saygıdeğer Vatandaşlarımız,

Çok Değerli Basın Mensupları,

Hepinizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum,

Bugün “Hukuksuzluğun Sıradanlaşması: Silahlı Terör Örgütü Üyeliği Yargılamaları” isimli raporumun takdimini yapmak üzere sizlerin karşısındayım.

Malumunuz 15 Temmuz 2016, demokrasi tarihimizin en acı günlerinden birisidir. Devletin tüm kurumlarını, yasama, yargı ve yürütme organlarını işlevsiz hale getirmeyi amaçlayan örgütlü bir grup asker tarafından alçak bir darbe girişimi gerçekleştirilmiştir.

250’den fazla sivil ve kamu görevlisi vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Bu darbeye canları pahasına karşı durmak için yaralanan ve sakat kalan tüm vatandaşlarımıza da tekrar şükranlarımı sunuyorum.

Darbenin ardından devletimiz, kendi varlığını ve demokrasimizi koruma sorumluluğuyla darbe girişimini gerçekleştiren FETÖ ile etkin şekilde mücadele etmeyi amaçlamış ve olağanüstü hâl ilan etmiştir.

Bu açıdan zorunlu olarak ilan edilen OHAL sürecinde ise tekrar hukuka dönülmesi için gereken normalleşme adımları atılmamış tam aksine bir yönelim ile hukuk devleti ilkelerinden olabildiğince uzaklaşılmıştır.

Siyasi nefretle yargı üzerinde oluşturulan baskı nedeniyle hukuk devletine verilen en ciddi zararlardan biri de kuşkusuz ceza yargılamalarında yaşanmıştır.

Adalet Bakanlığı’nın yayımladığı Adalet İstatistiklerine göre cumhuriyet başsavcılıklarınca 2016-2020 yılları arasında silahlı terör örgütü suçundan en az 1.576.566 soruşturma başlatılmıştır. Bir buçuk milyondan fazla insandan bahsediyorum. Bir Kayseri’den, bir Manisa’dan, bir Samsun’dan daha fazla bir nüfustan bahsediyorum.

Değerli Arkadaşlar,

Kamuoyu olarak bu sayıları yeterince idrak etmiş durumda olmadığımıza inanıyorum.

1,5 milyondan fazla terörist olasılığı….

1 milyon 576 bin insanı aileleri ile birlikte hesap edelim. 5 kişilik çekirdek aileyi baz alalım. Bu soruşturmalardan etkilenen insan sayısı nerdeyse 8 milyon ediyor. Hırvatistan, Danimarka, Norveç, Finlandiya gibi ülkeleri geçtim, komşumuz Bulgaristan’ın toplam nüfusundan daha fazla insan bizde terör örgütü soruşturmalarının doğrudan etkisi altında.

Bu akıl tutulmasını, her türlü aklı selimi aşan bu deliliği bir ülke ne kadar kaldırabilir? Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir medeniyetine mensup olduğumuzu iddia ederiz. Peki komşusu bu zulümlere maruz kalırken oralı olmamayı ne kadar sürdürebiliriz!

Bakın bu soruşturmalar halen devam etmektedir. Yüzlerce iddianame ve bir o kadar mahkeme kararı okumuş birisi olarak açık ve net olarak bu dosyaların çok büyük ekseriyetinin boş olduğunu, legal faaliyetleri hukuksuz bir biçimde suç olarak tanımladığını, ne masumiyet karinesinin ne de adil yargılanma hakkının dikkate alınmadığını iddia ediyorum.

Size şöyle bir düz hesap yapayım. Doğrudan darbe teşebbüsüne katılmakla yargılanan insan sayısı 10 bini geçmiyor. Mahkûmiyet oranı burada bile yüzde 50 civarında, yani 5 bin. Örgütün mahrem yapısında da diyelim ki taş çatlasın 5 bin kişi vardı ayrıca, eder 10 bin.

Bir tarafta 1 milyon 576 bin, diğer tarafta 10 bin.

Kaldı ki bu 10 bin kişiden darbe teşebbüsü dışında kalan kesimindekilerin çok büyük bölümü, en fazla suç örgütü üyeliğinden soruşturmaya tabi tutulabilirdi.

Peki 10 bin 1,5 milyonun yüzde kaçı eder?

Yüzde biri bile etmez. Bu sayıları verip yorumluyorum ki nasıl büyük bir saçmalık ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılsın.

Züccaciye dükkanına giren fil edasıyla  hareket edenler, topluma FETÖ ile etkin mücadele ettiklerini göstermek istiyorlar ama aslında tam tersine sebebiyet veriyorlar.

FETÖ ile mücadele ancak hukuk zemininde kalarak, adaleti sağlayarak ve insanları mücadele esaslarına ve yöntemlerine ikna ederek olur, Fethullah Gülen yapısının geçmişte uyguladığı metotları daha da profesyonelleştirip egemen kılarak değil.

Bu nedenle artık hukuka dönülmesi ve haksız şekilde yargılanan kişiler hakkında çözüm yolları geliştirilmesi hukuki ve vicdani bir zorunluluk teşkil etmektedir.

Bu rapor bu maksatla kaleme alınmıştır.

Bir hukukçu olarak raporumda, silahlı terör örgütü yargılamalarında belirlenen kriterlerin mevzuatımıza, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın geçmiş içtihatları yanında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ışığında değerlendirdim.

Bu rapor, Türkiye’nin hukuk devleti çizgisine dönebilmesi ve yaşanan hak ihlallerinin giderilebilmesi için durum tespiti ve tarafımın kamuoyuna açık çağrısıdır.

Kıymetli Vatandaşlarımız,

Mevzuatımıza göre, bir kişinin terör örgütü üyesi olarak yargılanabilmesi ancak o kişinin terör örgütünün terör örgütü vasfı bilinci içerisinde örgüte destek olması ile mümkündür.

Yani kişi, örgütün terör örgütü olduğunu bilerek ve bu bilinçle örgütün amaç ve hedeflerini benimseyerek ve bu hedefler doğrultusunda suç işlemek veya işlenen suçları şu veya bu fiillerle desteklemek üzere emir komuta zincirine dahil olmalıdır.

Aksi takdirde bir kişinin bırakın kovuşturmaya tabi tutulmasını, silahlı terör örgütü suçundan soruşturmaya tabi tutulması dahi gayri hukukidir.

Soruyorum!

Sokaktaki 1,5 milyondan fazla vatandaşa ‘Sen bu örgütün terör örgütü olduğunu bilmeliydin.’ muamelesi yapan yargının kendisi, 15 Temmuz darbe teşebbüsü öncesinde üzerine düşeni yapmış mı?

Devleti yönetenlerin şerrinden korkarak heyecanla gelen geçeni terör örgütü soruşturmasına tabi tutan savcılar o zaman neredeymiş?

Peki yargıya yönelik baskı ile bu zulme sebep olan yürütme mensupları neden üzerlerine düşeni 15 Temmuz darbe teşebbüsü öncesinde yapmamışlar?

Neden beklemişler?

Devletin en üst mercilerinin sözde bilmediğini, vatandaşın neden bilmesi gerekiyormuş? Bunun izahı gerekmez mi?

Bakın yürütmenin bir birimi olan Milli Güvenlik Kurulu darbe teşebbüsünden sadece 50 gün önce, yani 26 Mayıs 2016 tarihinde Fethullah Gülen yapılanması ile ilgili terör örgütü tanımını kullanıyor, “paralel devlet yapılanması terör örgütü” şeklinde açıklama yapıyor.

Daha öncesinde yok.

Ayrıca bilindiği üzere bu örgüt, darbe teşebbüsüne kadar açıkça cebir ve şiddete de başvurmamış ve silahlı terör eyleminde bulunmamıştır.

Yargı ise bu örgütün silahlı bir terör örgütü olduğunu ilk kez bir mahkeme kararında darbe teşebbüsünden 29 gün önce, yani 16 Haziran 2016 tarihinde kabul etmiştir. Bu tarihte Erzincan Ağır Ceza Mahkemesi, FETÖ/ PDY’nin devletin hiyerarşik yapısı dışında özellikle yargı ve emniyet birimleri ile Türk Silahlı Kuvvetlerinde örgütlenmesi nedeniyle yapılanmanın silahlı bir terör örgütü olduğunu kabul etmiştir.

Hem yargı hem yürütme bu örgütün terör örgütü olduğuna darbeden yaklaşık bir, bir buçuk ay önce ancak kanaat getirebilmişken, daha öncesinde bu örgütün legal faaliyetleriyle irtibatı olmuş kişileri sadece yakıştırmalar üzerinden terör örgütü üyeliği ile suçlaması; bırakın hukuku, akılla, mantıkla izah edilebilir değil.

Saygıdeğer Vatandaşlarımız,

FETÖ soruşturması geçiren kişilerin büyük bir çoğunluğu bu örgüte dini saiklerle girmiş ve dini saiklerle hareket ettiklerini ortaya koyan faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Örgütün dini cemaat olarak görüldüğü ve devletin en tepesi tarafından açıkça desteklendiği bir dönemde, insanların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı ve müfredatı kontrol altında olan özel okullarda öğretmenlik yapması ya da çocuklarını bu okullarda okutması suç değildir.

Örgütün öğrenci evlerinde veya yurtlarında kalınması, okullarına veya dershanelerine gidilmesi, gazetelerine abone olunması ya da kermeslerde yardım toplanması suç teşkil etmemektedir.

Bu fiiller temel anayasal hakların kullanılmasından ibarettir ve bu fiillerin silahlı terör örgütü üyeliği suçu bağlamında soruşturma kapsamında değerlendirilmesi gayri hukukidir.

Aksi takdirde sormalıyız! Madem bu kurumlar terör örgütünün unsurları, neden kapatmadınız da vatandaşımızı adeta tuzağa ittiniz?

Aynı şekilde MASAK ve BDDK tarafından para giriş ve çıkışları ile bilançoları kontrol altında olan ve yasal olarak faaliyette bulunan Bank Asya’ya belirli tarihlerde para yatırmak da suç olamaz.

Hesap hareketleri bağlamında ceza sorumluluğu doğabilmesi için söz konusu bankadaki hesap hareketlerine konu edilen paraların suçtan kaynaklanmış olması yahut da meşru bir yolla elde edilmiş olsa bile söz konusu paralarla somut bir suçun finanse edilmesi gerekir.

Yani bir suçun işlenmesine katkı sağlamak amacıyla bu para transferlerinin yapılması halinde ancak ceza sorumluluğu doğabilir. Aksi durumda ceza kanunumuza göre bu eylemler suç teşkil etmez.

Benzer şekilde ByLock haberleşme programını kullanma eylemini silahlı terör örgütü üyeliği suçunun oluşması için belirleyici delil kabul eden Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi göz göre göre suçun maddi ve manevi unsurlarını yok saymıştır.

Oysa bu haberleşmenin içeriği tespit edilmeli, bu içeriklerin terör örgütüyle ilgisi ve kişinin dahli ortaya konulması terör örgütü bağlamında değerlendirilebilmesi için şarttır.

Aksi durumda Fethullah Gülen veya örgütün diğer yöneticileri ile zamanında görüşen herkesin – görüşmenin içeriğini dikkate alınmaksızın- terör örgütü üyeliğinden yargılamak gerekirdi?

Neden yapılmıyor?

İçerikleri tespit edilmediği sürece kişinin örgüt hiyerarşisine dahil olduğunun, örgütle canlı, geçişken ve etkin organik bağ kurduğunu göstergesi de olamaz.

Burada özellikle suçun manevi unsuru yani “kast” değerlendirme dışı bırakılmıştır.

Öyle ki örgüt üyeliği suçunun oluşması için örgüt üyesinin doğrudan kastının olması gereklidir. Yani kişinin örgüte bilerek ve isteyerek katılması, katıldığı örgütün niteliğini ve amaçlarını bilmesi ve istemesi gerekir. Hatta Yargıtay içtihatlarında bir adım daha ileriye giderek failin   özel kastının yani “suç işleme amacının” olması gerektiğini de tespit etmiştir.

Suç olmayan faaliyetlerin birleştirilmesinden de suç doğmaz.

Bu yaklaşımlar hukukun temel kurallarını göz ardı etmektedir.

Aziz Milletim,

Peki terör örgütü yargılamaları neden birer hukuk garabetine dönüşmüştür?

Çünkü yargılamaların ekseriyetinde suç teşkil eden bir fiil ve kasıt üzerinden değil failin mensubiyeti üzerinden yakıştırmalarla hüküm verilmiştir.

Bu garabete iktidarın yargı üzerinde kurduğu korku iklimi neden olmuştur.

Yargıtay tamamen mevzuata ve kendi geçmişteki içtihatlarına aykırı şekilde maddi ve manevi unsurlarla ilgili kriterleri göz ardı etmiştir. Bu kriterlere dayanan birinci derece mahkemeleri de Yargıtay’a aykırı karar vermemek adına yanlışlıklara ve adaletsizliklere imza atmıştır.

Bu nedenle bugün yargı, Yargıtay ve kısmen Anayasa Mahkemesi kişilerin bireysel fiilleri ve suç işleme kasıtları üzerinden değil, mensup oldukları gruba göre kararlarını vermektedir.

Değerli Vatandaşlarımız,

Sonuç olarak, yaşanan adaletsizlikler karşısında siyasetçilerin, hukukçuların ve kamuoyunun büyük bir kısmı “FETÖ etiketi bana da yapıştırılır” endişesi veya umursamazlıktan görmese de duymasa da bu yargılamaların toplumda etkisi çok uzun yıllar sürecek ve gelecek nesillere aktarılan travmalar derinleşecektir.

Bu yüzden raporumla, herkesi adaleti konuşmaya davet ediyorum. Silahlı terör örgütü üyeliği yargılamalarındaki adaletsizliklere son vermeye davet ediyorum.

Artık hiç kimsenin ya da grubun düşünceleri sebebiyle peşinen suçlu ilan edilmediği, ceza hukukunun temel ilkelerinin ve adil yargılanma hakkının esas alındığı bir hukuk devleti çizgisine geri dönme zamanı gelmiş de geçmektedir.

Bu minvalde yapılması gereken;

  • Fethullah Gülen örgütünün, Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki amaçlarına ulaşması için faaliyet gösteren üyeleri elbette silahlı terör örgütü üyeliğinden sorumlu tutulmalıdır.
  • FETÖ’nün silahlı terör örgütü niteliğini bilmeyen ve bu kapsamda da silahlı terör örgütüne üye olma kastı olmayan kişiler silahlı terör örgütü üyeliğinden yargılanamazlar.

Bu kişilerden; sınav sorularının çalınması, devlet kadrolarına haksız şekilde yerleşilmesi, yargı kararlarının etkilenmesi, vergi denetimlerinin art niyetli yapılması, hukuksuz dinlemeler, şantaj, tehdit gibi TCK’daki terör suçu sayılmayan suçların işlenişine katılmış olanlar örgüt hiyerarşisi içerisindeki yerlerine ve yargılamalar sırasında ortaya çıkarılan kast ve saiklerine göre suç örgütü üyeliğinden cezalandırılmalıdır.

  • Bunlara karşılık; FETÖ’nün silahlı terör örgütü niteliğini bilmeyen ve bu kapsamda da silahlı terör örgütüne üye olma kastı olmayan, TCK’daki herhangi bir suçu işlememiş kişiler ise örgüt hiyerarşisi içerisindeki yerlerine ve yargılamalar sırasında ortaya çıkarılan kast ve saiklerine göre beraat ettirilmelidir.

Türkiye’de yaşanan hukuksuzluklardan ve adaletsizlikten tüm toplumun sorumlu olduğu unutulmamalıdır.

Ve ülkemize adaletin gelmesi için hepimizin bu adaletsizliklere ses çıkarması ve adaletsizlikleri reddetmesi şarttır.

Hepinize iyi günler diliyorum.

 

Basın toplantısı kaydına buradan ulaşabilirsiniz.

“Muş İli Vartinis (Altınova) Beldesinde Gerçekleşen Askeri Opereasyon Neticesinde Yanarak Ölen Ailenin Davasının Zamanaşımına Uğratılması Riski” Hk. Basın Açıklaması

Vartinis Davası Derhal Kesinleştirilmeli ve Zamanaşımına Uğraması Önlenmelidir

Yargıtay kararına göre; 03.10.1993 tarihinde Muş ilinin eski adı Vartinis mevcut adı Altınova olan beldesinde gece yarısı gerçekleştirilen askeri operasyon sırasında hukuk dışına çıkılarak beldedeki samanlıklar, otlar ve bazı evlerin eklentileri ateşe verilmiş ve beldede yangınlar çıkarılması üzerine Mehmet Nasır Öğüt ve eşi Eşref Oran ile çocukları Sevim Öğüt, Sevda Öğüt, Mehmet Şakir Öğüt, Mehmet Şirin Öğüt, Cihan Öğüt, Aycan Öğüt ve Cinal Öğüt yanarak can vermişlerdir. Yargıtay, beldenin ateşe verilmesi emrini veren jandarma komutanı hakkında ilk derece mahkemesince verilen beraat kararını bozmuş ve dosyayı yeniden karar vermek üzere Kırıkkale 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndermiş ve bu mahkemede bugün bu davanın duruşması yapılmaktadır. 1993 yılından beri sürüncemede kalan soruşturma ve yargılama süreci nedeniyle dosya halen kesinleşmemiş ve dosyanın zamanaşımı tarihi olan 03.06.2023 tarihine oldukça az bir zaman kalmıştır. Bu elim olayın sorumlularının cezalandırılabilmesi için geç kalınmıştır. Bununla birlikte en azından emri verenin cezalandırılabilmesi için Yargıtay’ın bozma kararının derhal kesinleştirilmesi gerektiği kanaatimizi kamuoyuyla paylaşıyoruz.

02.10.1993 tarihinde yakalanmış bir teröristin Altınova Beldesi’nde terör örgütü PKK’ya ait depoların yerini göstereceğini ifade etmesi üzerine beldeye giden Korkut İlçe Jandarma Komutanı Bülent Karaoğlu ve Astsubay Mustafa Uçar pusuya düşürülmüş ve Astsubay Mustafa Uçar şehit edilmiştir. Bunun üzerine Yargıtay kararının gerekçesine göre; Jandarma Komutanı Bülent Karaoğlu beldeden araçla ayrılırken “Bu gece gelip köyünüzü yakacağız!” söyleminde bulunmuştur. O gece saat 3 sularında köye gerçekleştirilen askeri operasyon sırasında ise köyde birçok yer ateşe verilmiş, rasgele atış yapılmıştır. Çıkarılan yangınlar sonucunda Öğüt ailesinin evi de yanmış ve yangın sırasında evde bulunan Öğüt ailesinin 9 ferdi feci şekilde can vermişlerdir.

Olay ile ilgili yürütülen soruşturmalar önce Devlet Güvenlik Mahkemeleri Cumhuriyet Başsavcılıklarında başlamış yetkisizlik kararları ve dosyanın sümen altı edilmesiyle aradan 10 sene geçmiştir. 2003 yılında savcılığa yeniden şikayet dilekçesi verilmiş, dilekçe üzerine Muş Cumhuriyet Savcılığı 2004 yılında görevsizlik kararı vermiştir. Görevsizlik kararı üzerine dosyanın kendisine geldiği Elazığ Askeri Savcılığı ise dosyayı 7 yıl bekletmiştir. Neticede yasa değişikliği ve görev uyuşmazlıklarının giderilmesi üzerine ancak 2011 yılında Muş Cumhuriyet Savcılığı konuyu soruşturmaya başlamış ve 03.06.2013 tarihinde düzenlediği iddianame ile zamanaşımı süresi kesilmiştir. Tam 20 yıllık süreçte dosyanın gereği devlet organlarınca yerine getirilmemiştir.

Askeri mercilerin intikam hissiyle hareket etmesi, masum insanları hedef alması asla kabul edilemez. Köylerin yakılması ve insanların yanarak ölümüne sebep olunması vicdanları yaralayan ağır bir suçtur. Görevsizlik, yetkisizlik kararları ile güvenlik gerekçeleri gösterilerek farklı illere taşınan ve oldukça yavaş işleyen yargılamalarla olayın üzerinden 30 yıl geçirilmesi ve zamanaşımına yaklaşılması devletin askeri mercileri ile yargı organlarının adeta işbirliği içerisinde emri veren kişileri ve suçu işleyen kişileri koruma güdüsüyle hareket ettiği izlenimi vermektedir. DEVA Partisi olarak bugün duruşması gerçekleşen dosya hakkında en kısa sürede karar verilerek, dosyanın kesinleştirilmesi çağrısında bulunuyoruz.

Silahlı Terör Örgütü Yargılamalarının Geldiği Vahim Tablo” Hk. Basın Açıklaması

Adalet Bakanlığı: Silahlı Terör Örgütü Suçundan 1.576.566 adet Soruşturma!

Adalet Bakanlığı bugün, Adalet İstatistikleri 2020 verilerini kamuoyu ile paylaşmıştır. İstatistiklere göre cumhuriyet başsavcılıklarınca 2020 yılında TCK’nın 314. maddesinden yani Silahlı Terör Örgütü Suçundan 208 bin 833 adet karar verilmiştir. 2016 yılından itibaren bu sayılar dikkate alındığında, 2016-2020 arasında cumhuriyet savcılıkları silahlı terör örgütünden toplamda en az 1 Milyon 576 Bin 566 adet soruşturma başlatmıştır.

Bu istatistikler, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra silahlı terör örgütü yargılamalarının çok büyük bir ekseriyetinin ne kadar hukuksuz olduğunun en bariz ispatıdır. Söz konusu sayıların bu kadar yüksek olması, siyasetin baskısı neticesinde Yargıtay’ın ceza hukukunun en temel kurallarını yok sayan içtihatları doğrultusunda açılan soruşturmaların suç işleme kastı olmayan, örgütün nihai hedeflerinden bihaber olan ve herhangi bir suça iştirak etmemiş masum kişilere kadar sirayet etmiş olmasından kaynaklandığı açıktır.

 Bu Hukuksuzluklara Bir An Evvel Son Verilmeli!

Silahlı terör örgütü yargılamaları hukuk devleti ilkelerini zedelemekte, AİHM içtihatlarına tamamen aykırı bir şekilde yürütülmektedir. Ne yazık ki yargı, Yargıtay ve kısmen de Anayasa Mahkemesi bu hukuksuzluklara engel olamamakta, aksine hukuku ayak bağı olarak gören iktidarın korku coğrafyasında onun politikalarına alet olmaktadır.

Yaşanan adaletsizlikler karşısında siyasetçilerin, hukukçuların ve kamuoyunun büyük bir kısmı da kulaklarını tıkamakta ve gözlerini kapatmaktadır. Ancak bu yargılamaların toplumda etkisi çok uzun yıllar sürecek travmalar meydana getirdiği gerçeği, ileriki zamanlarda çok daha hissedilir olacaktır.

Bu yüzden zaman adaleti konuşma, silahlı terör örgütü üyeliği yargılamalarındaki adaletsizliklere son verme zamanıdır. Türkiye’nin acilen hukuka ve hukuk devleti ilkelerine dönmesi şarttır.

“15 Eylül Uluslararası Demokrasi Günü” Hk. Basın Açıklaması

Demokrasi sandığa indirgenmiştir.

Demokrasiden uzaklaştıkça fakirleşmekteyiz.

Ne kadar az demokrasi, o kadar çok yoksulluk.

 

8 Kasım 2007’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen “Uluslararası Demokrasi Günü”, her yıl 15 Eylül’de devletleri demokrasilerini gözden geçirmeleri ve iyileştirmeleri konusunda teşvik etme amacı taşımaktadır. Bu tarih iktidarın; çoğulculuk, insan onuru, temel hak ve özgürlüklere saygı gibi demokrasinin temel gereklilikleri açısından hepimize hesap verme zamanıdır.

İleri demokrasilerde bireyin devlet karşısında güçlendirilmesi ve temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması; kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi temel ilkelerin varlığına bağlıdır. Öte yandan demokratik toplumun çoğulcu yapısı; eşitlik, sosyal adalet, medyada çoğulculuğun sağlanması, örgütlenme, ifade ve düşünce özgürlüklerini şart koşmaktadır.

Türkiye’de iktidarın demokrasiyi hızla sandığa indirgediği ve demokratik toplumun temel gereklerini görmezden geldiği açıktır. İktidar “devlet benim” anlayışı ile tüm gücü elinde toplayarak yozlaşmış; demokrasinin kalbi olması gereken TBMM etkisizleştirilmiş, medyanın çok sesliliği ortadan kaldırılmış ve hukukun üstünlüğünden üstünlerin hukukuna geçilmiştir. Devlet gücünü kullananların insan haklarını ayak bağı olarak gördüğü, hukuku üstün, yargıyı bağımsız tutmak yerine kendisine bağladığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Demokrasiden uzaklaştıkça, fakirleşmekteyiz.

Ülkemiz uluslararası demokrasi endekslerinde en gerilere düşmüş; Benin, Gambia ve Haiti gibi 3. dünya ülkelerle aynı kategoride yer almaktadır. Freedom House’un “Dünyada Özgürlükler 2020” raporuna göre özgür olmayan ülke kategorisinde yer alan Türkiye, 195 ülke arasında 146. sırada, son 10 yılda dünya genelinde özgürlüklerin en çok gerilediği ikinci ülkedir.

Elbette bu gerilemenin asıl nedeni iktidarın devletin birey için var olduğu gerçeğini unutması, uzlaşmayı ve hoşgörüyü esas almak yerine ötekileştirmeyi ve kutuplaştırmayı tercih etmesi ve bu nedenle çoğulcu yapımızı kendisine düşman olarak görerek, toplumsal barışı tehdit etmesidir.

Kendisi gibi düşünmeyen kişilerin huzur ve barış içerisinde yaşamasını, düşüncelerin özgürce ifade edilmesini, sivil toplumun özgürce örgütlenebilmesini kendisine tehdit olarak görmesidir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ifade özgürlüğü hakkında en çok ihlal kararı verdiği ülke 2020 yılında da Türkiye olmuştur. Oysa ifade özgürlüğü bir yönüyle “ötekinin” özgürlüğü, demokrasinin ön koşuludur. Farklı görüşlerin toplumda özgürce yaşamasının garantisidir.

Bugün ülkemizde yüzlerce gazeteci haber yaptıkları için terörist olarak yargılanmakta, sokak ortasında şiddete maruz kalmakta ve açıkça tehdit edilmektedir. Tarafsız olması gereken TRT, Anadolu Ajansı, Basın İlan Kurumu, RTÜK vb. kamu kurum ve kuruluşları iktidarın bir aparatı haline gelmiştir. Gazeteci, yazar ve düşünürlerin yanı sıra Twitter’da görüşünü açıklayan sıradan vatandaşlar dahi kendilerini bir anda gözaltında bulmaktadır.

Dünyada, vatandaşları en zengin ve en mutlu olan ülkeler ileri demokrasinin ve sosyal adaletin yaygın biçimde sağlandığı ülkelerdir. DEVA Partisi olarak “özgürlük, eşitlik, katılımcılık ve çoğulculuk” temelleri üzerine kurulu bir demokrasi anlayışının savunucusuyuz.

Bu nedenle hep beraber, tüm renklerimiz ile birlikte Türkiye’yi yeniden birleştirecek, ötekileştirme hissi doğuran tüm uygulamalara son vereceğiz. İnsanların düşünceleri, etnik kökenleri ve inançları gereği korkusuzca yaşayabilecekleri özgür bir Türkiye oluşturacağız.

Bu minvalde; her geçen gün yeni birini yaşadığımız anti-demokratik uygulamaların karşısında olduğumuzu ve artık ülke demokrasimizin en çetrefilli problemlerinin bir DEVA’sı olduğunu belirtir; hayal ettiğimiz demokratik ve özgürlükçü yönetim anlayışına sahip olacağımız günlerde buluşmayı temenni ederek 15 Eylül Uluslararası Demokrasi Gününüzü kutlarım.

Adana Emniyet Müdürlüğü’nün İşkence ve Kötü Muamelede Bulunduğu İddiaları Hk. Açıklama: “İşkence ve Kötü Muamele İddiaları İvedilikle Etkin Biçimde Soruşturulmalıdır”

Adana İl Emniyet Müdürlüğü’nün bir kişinin kaçırıldığı iddiasına ilişkin yürüttüğü soruşturma kapsamında gözaltına aldığı kişiyi hakaret ve tehdit eşliğinde darp ederek sorguladığı iddia edilmektedir. İddialara göre; çıplak arama, kaba dayak, başı ve çeneyi duvara vurma, ters kelepçe, ağza ve burna zorla su vererek boğulma hissi yaratma işkencesi ve benzeri kötü muamele fiilleri uygulanmıştır.

Bu tür işkence ve kötü muamelelerin Adana İl Emniyet Müdürlüğü nezaretinde gerçekleştirildiğine ilişkin polis şiddetine maruz kalan şüphelinin ve avukatının beyanları bulunmaktadır. Şüpheli ve avukatının beyanlarına göre darp izlerine rağmen muayenede bulunan doktor da verdiği raporda bu izleri görmezden gelmiştir.

Özellikle son yıllarda kolluk tarafından gerçekleştirilen bu tarz eylemler oldukça artmıştır. İnsan hakları ihlallerine neden olan bu uygulamalara kolluk güçleri bir an önce son vermelidir. Siyasi iktidarın ülkeyi yönetme tarzı olan baskı ve yıldırma politikası ve hedef alınan kişi ve gruplara yönelik söylem ve faaliyeti kolluk uygulamalarında da kendisini açıkça göstermektedir. Bu durum da kolluğun bu kişi ve gruplara toplumsal olaylar sırasında ağır müdahalede bulunmasına, gözaltı hallerinde ise işkence ve kötü muamelede bulunmasına yol açmaktadır.

Gözaltında gerçekleştiği iddia edilen işkence ve kötü muamele iddialarının etkin bir soruşturmaya tâbi tutulması bir zorunluluktur. Kolluk birimlerinin zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı ve onur kırıcı davranışlarda bulunmak suretiyle insan hakları ihlallerinde bulunması hiçbir şartta kabul edilemez. İşkence ve kötü muamelede bulunmak adli soruşturmanın bir parçası değildir ve asla olamaz. Şüpheliden ifade alınması sırasında polisin şüpheliyi darp etmesi polisin yetkisi olmadığı gibi aynı zamanda suçtur. Söz konusu iddialar hakkında derhal adli ve idari soruşturmaların başlatılması gerekmektedir. DEVA Partisi olarak, kollukta meydana gelen her türlü insan hakları ihlalleri ile iddiaların takipçisi olacak, kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi ve sorumluların cezalandırılması için gerekli hassasiyeti göstereceğiz.

İnsan Hakları Eylem Planı’nın 6 Aylık Karnesi Hakkında Basın Toplantısı

Ekranları Başında Bizleri Takip Eden Saygıdeğer Vatandaşlarımız,

Çok Değerli Basın Mensupları,

Hepinizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum,

Bugün sizlerle iktidarın İnsan Hakları Eylem Planı’nın 6 aylık karnesini paylaşacağım.

Malumunuz Cumhurbaşkanı, 2 Mart 2021 tarihinde devasa bir lansmanla Eylem Planını ilan etti.

Üzerinden geçen 6 ay içinde Eylem Planının gereklerinin yapılması ve planın takibi için şeffaf paylaşımlarda bulunulması gerekiyordu. Ancak henüz plan için oluşturulan takvim ve takip mekanizması dahi kamuoyuyla paylaşılmadı.

Adeta İnsan Hakları Eylem Planı da diğer sözde eylem planları gibi kamuoyuna unutturulmaya çalışılıyor.

Fakat DEVA Partisi olarak İnsan Hakları Eylem Planı’nın ilan edildiğini unutmadık. Eylem planının takvimini çalışarak, Cumhurbaşkanlığı ve Adalet Bakanlığı’nı yakından takip ediyoruz.

 

Değerli Arkadaşlar,

Hükümet tarafından Eylem Planı’nın ilk bir ayında gerçekleştirileceği vaat edilen;

Ceza ve infaz koşullarının iyileştirilmesine ilişkin altı vaadin hiçbirisi halen yerine getirilmedi.

Cezaevine hala annesiyle beraber yüzlerce çocuk bulunmakta. Hasta ve yaşlı mahkumlar tahliye edilmemektedir. Sayısız çocuğun annesi cezaevinde.

İdare ve Gözlem Kurulları’na ilişkin Yargı Paketi adı altında yapılan bir kısım değişikliklerin ne yazık ki çözüm odaklı olduğunu söylemek oldukça zordur. Kurul’un pek çok yetkisi arasında en önemli hususlardan birisi iyi hal değerlendirmesi olmasına rağmen, bu değerlendirme ölçütleri keyfi yorumlara açıktır.

Birçok hükümlü iyi hal indirimi alarak cezaevinden salıverilecekken bu kurulların keyfi uygulaması nedeniyle haksız şekilde hala cezaevindedir. Bu konuda şahsıma sayısız başvuru yapılmaktadır.

İktidar insan hakları eylem planları açıklayarak kamuoyu nezdinde bir meşguliyete neden olsa da yerle bir ettikleri insan hakları alanında ileriye doğru yol almaktan oldukça uzaktır.

 

Değerli Arkadaşlar,

Eylem Planı’nın 3 ve 6 aylık hedeflerinde vaat edilen hakim ve savcıların teminatları ve özlük hakları iyileştirilmemiştir. Tayinlere esas olacak bölge düzenlemesi ve coğrafi teminat sağlanmamıştır.

Yine istinaf mahkemesi hakimlerinin talebi veya haklarında bir disiplin soruşturması olmadan alt mahkemelere atanmama kuralı için yasa değişikliği yapılmamıştır.

Hakim ve savcıların terfilerinde objektif kriterlerin belirleneceği ve bunların uygulanacağı vaat edilmişti. Henüz bugün buna dair iki karar Resmi Gazete’de yayımlansa da bağlayıcı yasal bir düzenleme yapılmadı.

Ülkemizde yargı bağımsızlığı artık yalnızca kağıt üstünde var.

Gerçekte ise güdümlü bir yargı var. Nedense adalet sarayları büyüdükçe adalet arayışımız daha da büyümüştür.

Yargı, artık ayrıcalıklı bir grubun işlediği suçlara karşı 3 maymunu oynayan bir tiyatrodan başka bir şey değildir.

Yargıyı güdümü altına alan bir iktidardan hakimlere bu teminatları beklemek imkansız. Tıpkı devasa adalet saraylarından adalet beklemek gibi…

Öte yandan Eylem Planı ile sulh ceza mahkemelerindeki görevlendirmelerde objektif şartlar belirleneceği ve ihtisaslaşma olacağı ifade edilmesine rağmen sulh ceza mahkemeleri halen doğrudan iktidarın güdümü altındadır.

Venedik Komisyonunun bu konudaki önerileri yıllardır yerine getirilmemiştir.

Ülkemizde yargılamaların adil, tarafsız ve mevcut kanunlara dahi uygun olarak yürütülmediği açıktır.

Suç ve cezaların şahsiliği ile masumiyet karinesinin esas olmasına ilişkin temel ilkelere dahi yargılamalarda riayet edilmemektedir.

Tutuklamada ölçülülük ve orantılılık ilkelerine uyulmamaktadır. Bu yönde adım da atılmamıştır. Eylem Planının vaatleri sözde kalmaya devam etmektedir.

Soruşturma aşamasında müdafiyle görüşme hakkını ve dosyanın tamamıyla incelenmesini engelleyen kanun hükümleri olduğu gibi durmaktadır.

Yakalama kararları üzerine sulh ceza hakimliklerince alınacak ifadelerde 7 gün 24 saat esasının benimseneceği vaat edilmesine rağmen bu da sağlanmamıştır. Tutuklanmayacak kişiler dahi saatlerce hürriyetlerinden yoksun bırakılmaktadır.

Anayasa’da yer alan, ifade ve düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü, kişi hürriyeti ve güvenliği, adil yargılanma hakkı ve bunun gibi pek çok hak bugün hiçe sayılmaktadır.

Kaldı ki kendisi gibi düşünmeyen herkesi vatan haini, terörist ilan edebilen bir iktidardan Eylem Planı ile adil yargılanma hakkının düzeleceğini beklemek akla mantığa aykırıdır.

Çünkü mevcut iktidarın varlığı, ülkemizde insan haklarının yokluğuna bağlıdır. Çünkü bu iktidar varlığını haksızlıklara ve hukuksuzluklara borçludur.

 

Aziz Milletimiz,

Eylem Planında 3. ve 6. ay vaatlerinden olan mahkemelerin daha fazla ihtisaslaştırılacağına dair hedefler hala gerçekleştirilmemiştir. Finans, sendika, imar, kamulaştırma, vergi, bilişim suçlarına dair ihtisas mahkemeleri kurulmamıştır.

Hakimlerin farklı görev alanlarındaki mahkemelere atanması uygulaması da devam ettirilmektedir. İllerde ihtisas mahkemeleri yaygınlaştırılmamaktadır.

Görev alanı insan hakları olan TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Kamu Denetçiliği Kurumu, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu ile Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulları görev alanlarında vaat edildiği gibi hızlı ve etkin çalışmamaktadır.

Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulları’nın etkinliğini artırması amacıyla yapısında düzenlemeler yapılacağı vaadi yerine getirilmemiştir.

Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevi İzleme kurullarına adliye, nakil aracı ve hastane gibi kurum dışındaki tutulma yerleri ve koşullarını inceleme yetkisi halen tanınmamıştır.

Yargının üçüncü sacayağı olan avukatlık mesleğine ilişkin hedeflerin hiçbirisi gerçekleştirilmemiştir. Zorunlu müdafii ve vekillik hizmetlerinin yürütülmesine ilişkin usul ve esaslarda değişiklikler yapılmamış, avukatların mâli hakları iyileştirilmemiş, adil yargılanma hakkını geliştirecek iyileştirmeler gerçekleştirilmemiştir.

Avukatların mesleki yeterliliğinin artırılması için hukuk fakültelerinin kontenjanlarının azaltılacağı, fakülte dekanlarının yalnızca hukukçu akademisyenlerden atanacağı vaadi yerine getirilmemiştir.

Sonuç olarak İnsan Hakları Eylem Planı’nda 1 aylık hedefte yer alan 6 hedefin hiçbirisi gerçekleştirilmemiştir. 3 aylık 40 hedeften 16’sı, 6 aylık hedefteki 84 hedeften ise sadece 20’si gerçekleştirilmiştir. Toplamda ise 130 hedeften sadece 36 tanesi gerçekleştirilmiştir.

 

Değerli vatandaşlarım,

Türkiye’de hukuk devletinin hali ortadadır.

Yargı organları tarafsız ve bağımsız karar alamamaktadır.

Yapılan yargılamalar adil yargılanma ve makul sürede yargılanma haklarına aykırı yürütülmektedir.

Şeffaflık, hukuki güvenlik ve hukuki öngörülebilirlik ilkeleri hayata geçirilememektedir.

Bu sebeple yargıya güven tarihimizin en düşük seviyelerindedir.

Zaten hükümet de İnsan Hakları Eylem Planını her geçen gün bozulan ekonomik dengeleri kurtarmak ve yabancı yatırımcıya şirin gözükmek adına mecburiyetten ilan etmişti.

Gönülsüz işten de hayır gelmez.

Cumhurbaşkanı İnsan Hakları Eylem Planı için Türkiye’ye fon veren Avrupa Konseyi’ni altı boş sözler ve yüzeysel değişikliklerle idare edebileceğini zannetti.

Halbuki ne Avrupa Konseyi, ne de yabancı yatırımcılar verilen hiçbir vaadin yerine getirilmediğini kısa sürede gördü.

İnsan Hakları Eylem Planı prompterda kaldı.

 

Sayın Cumhurbaşkanı,

Daha Adil Bir Dünya Mümkün diye kendi adınıza kitap yazdırıyorsunuz ama dünya adalet sıralamasında 128 ülke arasında neden 107. sıraya düştüğümüz gerçeğiyle yüzleşmiyorsunuz.

Sizi alkışlasınlar ve adaletsizliklerinize sussunlar diye din alimlerini sultan sofralarında ağırlıyorsunuz ama sizin döneminizde artık Hz. Ebu Bekir’e, Hz. Ömer’e hesap soran sahabe örneklerini Hocalarımız hutbe ve vaazlarında anlatmaya korkuyor.

Yargıtay açılışında konuşmanıza bakınca yaşadığımız tüm sorunların çözümü prompterde yazıyor.

Eğer bir devlette adalet yoksa onun hangi sistemle yönetildiğinin, kim tarafından idare edildiğinin, vatandaşlarının hangi inanca veya milliyete sahip olduğunun bir önemi kalmaz. Orada sadece zulüm hüküm sürer.” diye okuyorsunuz.

Peki uygulamanız ne? Yaptıklarınız ortada. Siyasi kin ve nefreti yargının motivasyonuna dönüştürdünüz. Sadece Osman Kavala’ya yaptırdıklarınızın hesabını veremezsiniz ama ne yazık ki böyle on binlerce örnek var.

Evet, dünyayla birlikte daha adil bir Türkiye de mümkün. Ve ne garip ki, Cumhurbaşkanı bunun yolunu biliyor: Kendisi “Tarafsız ve bağımsız yargı!” diyor. Ama uygulaması tam tersi. Kendini hukukun üstünde görüyor. Allah bile kendine zulmü yasaklamış ama Cumhurbaşkanı kendisine zulmü yasaklayamıyor.

Biz elbette daha adil bir Türkiye’ye kavuşacağız. Sizden sonra. Sizinle mümkün değil.

 

Saygıdeğer vatandaşlarım,

İktidar yaptığı hukuksuzlukları bir de “Allah rızası için” yaptığına dair algı oluşturmaktadır. Oysa Allah, adaleti emreder. Yargıtay’ın açılışında Diyanet İşleri Başkanı’na dua okutmak milyonlarca insanın hakkına girdiğiniz gerçeğini örtmez.

Bırakın adaletsizliklerin üstünü dua ile örtme çabasını siz sabahtan akşama kadar Kuran da okusanız 70 yıl ibadet de etseniz bile sadece bir gün yaptığınız adaletsizliklerin birini dahi örtemezseniz. Bunların hesabını ne Allah’a ne de millete veremezsiniz.

Adaletsizlikleri gölgelemek için ettiğiniz dualar ülkede adalet diye inleyen yüzbinlerin haykırışını bastıramaz.

Göstermelik işlerle Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez.

Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Artık bu iktidardan bu ülkeye hiçbir iyilik bekleyemeyiz.

Demokratikleşme ve insan hakları konusunda samimi adımlar ancak yeni bir iktidarla sağlanabilir.

O tarihe kadar DEVA Partisi olarak iktidarı yakın takipteyiz.

Hepinizi saygıyla ve hürmetle selamlıyorum.

 

Basın Toplantısı kaydına buradan ulaşabilirsiniz.

GÖÇMENLERİN MERİÇ NEHRİ’NE ATILDIĞI İDDİALARI MUTLAKA SORUŞTURULMALIDIR

24 Ağustos 2021 tarihinde, Türkiye’den Yunanistan’a geçmek isteyen yaklaşık 55-60 kişilik bir grup Yunanistan sınırındaki güvelik kuvvetleri tarafından yakalanmıştır. Akabinde bu kişiler Yunanistan’dan Türkiye’ye sınır dışı edilmişlerdir. Sınır dışı edilmeleri üzerine Türkiye’ye giren bu grup Edirne ili sınır bölgesinde sınır güvenliğini sağlamakla görevli olan askeri personelce durdurulmuştur. Görgü tanıklarının ifadelerine göre askeri personel komutanının emriyle, bu grup içerisindeki kadın ve 10 yaş altı çocukları ayrılmış, erkekler Meriç nehrine atılmıştır. Meriç nehrine atıldığı iddia edilen biri Afgan, ikisi Suriyeli olmak üzere üç kişi hayatını kaybetmiştir.

Olayın tanıklardan Suriye uyruklu Türk vatandaşı Sad El Delli isimli şahıs, yaşadıklarını ayrıntısı ile anlatmıştır. Kendisi de bu gurubun içerisinde olup Meriç nehrine atılan kişilerden birisidir. Ancak nehre atılmasına rağmen kendisini kurtarmayı başarmıştır. Yine bu kişi yanında, olayı yaşayan Yusuf Elkellas, Mehdi Davudi ve Abdulkerim Al Ali isimli şahıslarda suça konu olayı yaşayan ve olayın bizzat tanıkları olan kişilerdir. Bu kişilerin olayla ilgili beyanları vardır. Bu beyanlara göre de, kendilerinin Yunanistan’dan Türkiye’ye sınır dışı edildiklerini, Türkiye’de sınırda bulunan askerlerce durdurulduklarını, bu askerlerin komutanının vermiş olduğu emirle beşer beşer Meriç nehrine atıldıklarını ve atılanlardan üç kişinin de öldüğünü açıkça beyan etmişlerdir. Dolayısıyla olaya ilişkin somut delil ve bilgiler mevcuttur. Bu konu sosyal medyada da gündem olmuştur. Yine Özgür-Der isimli derneğinde açıklaması da bizzat olayı yaşayan kişilerle irtibata geçerek yaşanan olayı doğrulamıştır.

Olay üzerine Edirne Valiliğinin yapmış olduğu 01.09.2021 tarihli basın açıklamasında “herhangi bir başvurunun bulunmamasına rağmen hem jandarma hem de sınır birliklerinin yetkilileri tarafından kendi sorumluluk alanlarıyla ilgili araştırma yapılmış olup, iddia edildiği gibi bir olayın varlığına ilişkin hiçbir sonuca ulaşılmamıştır.” şeklinde bir açıklama yapılmış, suça konu olayın hiç gerçekleşmediği iddia edilmiştir.

Oysaki, olayı bizzat yaşayan mağdurlar, tanıklar vardır. Bu tanıkların, mağdurların dinlenilmesi ve araştırma yapılması zaruridir. Hiçbir araştırma yapılmadan bir sonuca varılması ise mümkün değildir. Yukarıda isimleri verilen olayın tanıkları mutlaka dinlenmeli, mağdurlar ve ölen kişilerin aileleri ile irtibata geçilmek suretiyle olay en kısa zamanda açıklığa kavuşturulmalıdır.

Bir hukuk devletinde hiç kimse başına buyruk hareket edemez. Yasalar, kurallar hepimizi bağlamaktadır. Bu çerçevede gerek askeri personelin olsun gerekse de sivil personelin olsun mutlaka yasalar çerçevesinde olayın aydınlatılması ile birlikte sorumlulukları ortaya konulmalı, adli ve idari soruşturma yapılmalıdır. İlgili kişiler tespit edilmeli ve görevden bir an önce uzaklaştırılmalıdır. Adli soruşturma gereken hususlarda da etkin bir soruşturma yapılmak suretiyle suça konu olayın failleri bulunmalı, cezalandırılmalı ve kamuoyu da bilgilendirilmelidir.

Adli Yıl Açılışı Vesilesiyle Türkiye’nin Adalet Karnesi Hakkında Basın Toplantısı

Ekranları Başında Bizleri Takip Eden Saygıdeğer Vatandaşlarımız,

Çok Değerli Basın Mensupları,

Hepinizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum,

Malumunuz dün yeni adli yıl başladı. Bu vesileyle adaleti ve hukuku şiar edinerek görev yapan tüm hâkim, savcı, avukat ve adalet personelinin yeni adli yıllarını kutluyorum. Ümidim olmasa da bu adli yılın hukukun ve adaletin tesis edildiği bir yıl olmasını diliyorum.

Adli yıl açılışları, yargı organının; adalet, hukuk devleti ve temel haklar konularında değerlendirilmesi bakımından önemlidir. Bugün sizlerle Türkiye’nin adalet karnesi hakkında görüşlerimi paylaşacağım.

Türkiye ne yazık ki yeni adli yıla da hukuk devletinin yok sayıldığı, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığının olmadığı, tam bir hukuksuzluk düzeni içerisinde yönetilmeye çalışılan bir ülke olarak girmiştir.

Hukuk güvenliğinin olmadığı bu düzende gençler, bırakın herhangi bir eylem yapmayı, sosyal medyada dahi fikirlerini açıklamaktan çekinir halde ülkelerinden uzaklaşma hayalleri kurmaktalar.

Yabancı yatırımcının ülkemizden kaçması bir tarafa, yerli yatırımcı dahi keyfi müdahale ve kötü ekonomi yönetimi nedeniyle yatırım yapmamaktadır. Ülkenin içine düşürüldüğü bu hal birçok kesimden vatandaşımızın hem kendini gerçekleştirmesine hem de ülkenin refah seviyesinin artmasına engel teşkil etmektedir.

Gazetecilerin, siyasetçilerin, insan hakları savunucularının ve binlerce vatandaşımızın temelsiz iddialarla tutuklandığı, temel haklar üzerinde yoğun bir baskı oluşturulduğu bir korku ikliminde yaşıyoruz.

Güvenli bir ekonomik ve hukuki zeminin olmaması nedeniyle yargıya olan güveninin zedelendiği, sırf bu nedenle milletimizin her geçen gün daha fazla yoksullaştığı bir ülkede adli yılın açılışının kimse için umut vermediği açıktır.

Değerli Vatandaşlarımız,

Temel bir kuraldır: Hukukun olmadığı yerde halk “sürü” yerine konulur, maalesef iktidar da aynen böyle yapıyor. Zaten rakamlar Türkiye’nin içinde bulunduğu korkunç gerçeği gözler önüne seriyor.

Sosyal Demokrasi Vakfı’nın “Yargı Bağımsızlığı ve Yargıya Güven” anketine göre, ülkemizde yargıya güvenenlerin oranı yüzde 38’e kadar gerilemiştir.

Dünya Adalet Projesi’nin Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 2015 yılında 102 ülke arasında 80. sırada yer alan ülkemiz, 2020 yılında 128 ülke arasında 107. sıradadır.

Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru istatistiklerine göre, Eylül 2012 tarihinden Aralık 2020 tarihine kadar verdiği 9.039 ihlal kararının yüzde 63,3’ü adil yargılama hakkına ilişkindir.

Yine bu süre zarfında toplam 272.672 başvuru yapılmış, esastan incelenen 10.329 başvurunun yüzde 93.7’si hakkında ihlal kararı verilmiştir. İhlal kararı verilen başvurular ayrıntılı incelendiğinde, ilk sırada elbette adil yargılanma hakkını görmekteyiz.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin açıkladığı 2020 yılı istatistiklerine bakıldığında ise, aleyhine en çok adil yargılanma hakkında ihlal kararı verilen üçüncü ülke ne yazık ki ülkemizdir. Halihazırda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bekleyen yaklaşık 62 bin başvurunun takriben yüzde 19’u Türkiye’yle ilgili olup ülkemiz toplam insan hakları ihlalleri başvurularında 47 üye ülke arasında ikinci sıradadır.

Aziz milletim,

Peki, Türkiye bu karanlık noktaya nasıl gelmiştir?

Elbette Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi adı altındaki keyfi ve kural tanımaz yönetim anlayışı ile Cumhurbaşkanı’nın ülkeyi Anayasa’ya aykırı bir biçimde yönetmesi sonucunda şu an bu haldeyiz.

Liyakat yerine sadakatin esas alınması, hakim ve savcıların “kanunlara ve vicdanlarına” göre değil, “iktidarın istek ve ihtiyaçlarına” göre karar vermesi nedeniyle bu hale geldik.

Hukuk tanımaz iktidarın baskı ve korku ile yargıyı güdümü altına alması nedeniyle bu haldeyiz.

Bugün yargı, iktidarın taleplerine göre karar veren, hukuku uyguladığı vakit iktidarın rahatsız olacağı endişesiyle tüm hukuksuzluklara ve yolsuzluklara göz yuman bir haldedir.

Bugün Hâkim ve Savcılar Kurulu hâkim ve savcıları sürme, açığa alma ve tenzili rütbe ile cezalandırmaktadır. Hakim ve Savcılar Kurulu, iktidar tarafından yargıyı baskı ve tehdit altında tutma düzeneği olarak kullanılmaktadır.

Dün yargı üzerindeki askeri vesayetten haklı olarak rahatsız olanlar bugün kendileri bizzat yargı üzerinde vesayet kurmuştur. Ülkemizdeki açık hukuksuzlukların kaynağı da bu ortadan kaldırılmayan ancak aktörleri değişen vesayet anlayışıdır.

Kendisini yargının üzerinde konumlandıran, yargıya her türlü talimatı veren bu anlayış her kademede sonlandırılarak yargı bağımsız ve tarafsız olmadıkça bu yargının adalet dağıtması mümkün değildir.

Bugün iktidarın talimatlarına açık yargı, adaletsizliklerin bekçisi konumundadır.

Elbette “Adalet mülkün temelidir.” Ancak ülkemizde adaletin olmamasından daha kötüsü, adalet varmış gibi yapılmasıdır. Bugün temel sorunumuz adaletin ve yargı sisteminin neredeyse yok olmasıdır. Buna rağmen adalet varmış gibi davranmak ise bu hukuksuzlukların, adaletsizliklerin devamına sebep olmaktadır.

Şeffaflık ve hesap verilebilirlik ancak hukukun üstünlüğünün tesis edildiği bir düzende var olabilir. İktidarın demokratik denetimden yoksun olması, vatandaşlarımıza hak ettikleri ve bunun için vergisini ödedikleri daha nitelikli hizmetlerin götürülmesi karşısındaki en büyük engeldir. Kamu kaynaklarının belli grup ve çevrelerce çıkarları doğrultusunda kullanılmasının da asıl nedenidir.

 Değerli Arkadaşlar,

Dün Yüksek Yargı organlarının “muhteşem binaları” ile övünen Cumhurbaşkanı artık milletimizle açıkça dalga geçmektedir. Sayın Cumhurbaşkanı milletiniz büyük gösterişli binalara değil adalete susamış durumdadır.

Halimiz acıklı bir fıkra gibi adeta. Adalet dağıtmayan devasa adalet sarayları. Ve bunlarla övünen bir Cumhurbaşkanı.

Hani adalet mülkün temeli idi? Hani devletin dini adaletti? Hani devlet ancak adaletle ayakta dururdu?

Oysa sizin adaletiniz hakkı haykırdığı için İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi işkenceye tabi tutan Halife Mansur’un adaleti gibidir.

Sayın Cumhurbaşkanı, “Adaletin aynı zamanda toplumun huzur ve barışının teminatı olduğunu” söylüyorsunuz. Toplumsal huzur ve barış ancak çoğulculukla, özgürlüklerle, ötekine saygıyla sağlanabilir. Ancak siz, sizden olmayan herkesi diken olarak terörist olarak kabul ediyorsunuz.

Profesyonel bir aktör edasıyla prompterdan İnsan Hakları Eylem Planı açıklamakla ülkeye huzur geleceğini sanıyorsunuz.

Oysa ilk önce kurallara siz uyacaksınız, okuduğunuzu idrak edeceksiniz ve samimi olacaksınız!

Sayın Cumhurbaşkanı, “Haktan hukuktan, asla vazgeçmeyeceğinizi ve amaca giden her yolu mübah gören anlayışı reddettiğinizi” belirtiyorsunuz. Oysa siz bunun tam aksini kendinize alışkanlık edindiniz ve tam bir hesap vermezlik rejimi kurdunuz.

Saygıdeğer milletim,

Son söz Peygamber Efendimizden: “Sizden önceki milletleri helak eden nokta şudur: Aralarında şerefli ve kuvvetli birisi hırsızlık yaptığı zaman hukuku bırakırlar, zayıf birisi hırsızlık yaptığı zaman hukuku tatbik ederlerdi.”

Ne yazık ki iktidar partisi kuvvetliyi koruyan ancak zayıfa zulmeden bir iktidar olarak tarihte yerini alacaktır.

Bu nedenle bu sözüm ülkemizin hukukçularınadır. Adalet kutup yıldızı gibidir. Er ya da geç doğruyu gösterir. Doğruyu gösterdiğinde iktidara biat etmiş ve karanlık dönemin hukukçuları olarak mı, yoksa vicdanlarıyla zorbalığa karşı mücadele eden sorumlu hukukçular olarak mı anılmak istiyorsunuz?

Bilinmelidir ki tarih, adil olanları kaydedecek ve hayırla yad edecektir. Adil olmak ve hukuka uymak hepimizin vatandaş olarak en önemli sorumluluğudur. Bu hukuksuzluk düzenini, hep birlikte her alanda ve her seviyede bilinçli, sorumlu ve gerçekleri söylemekten korkmayan yurttaşlarımızla el ele değiştireceğiz, hukuku ve adaleti tesis edeceğiz. Buna yürekten inanıyorum.

Herkesin huzur içinde yaşadığı, barışın ve birlikte yaşama idealinin toplumda yeşerdiği müreffeh bir ülkeyi tesis edebilmek için hukukun üstünlüğüne sahip çıkmamız gerekiyor. DEVA Partisi olarak ısrarla vurguluyoruz: Dini, dili, etnik kimliği, inancı, düşüncesi ve yaşam biçimi ne olursa olsun, toplumun tüm farklılıklarıyla birlikte güven içinde bir arada yaşayabilmesinin yegâne formülü gerçek bir özgürlükçü hukuk devletinin inşasıdır.

Hepinize iyi günler diliyorum.

 

Basın toplantısı kaydını buradan izleyebilirsiniz.

Adli Yıl Açılışına İlişkin Basın Açıklaması: “Hukuk Tanımaz İktidar Yargıyı Adaletsizliklerinin Bekçisi Haline Getirmiştir”

Türkiye yeni adli yıla da hukuk devletinin yok sayıldığı ve kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığının olmadığı tam bir hukuksuzluk düzeni içerisinde yönetilen bir ülke olarak girmektedir.

Toplumun bütün kesimlerinin yargıya olan güveninin zedelenmesi, gençlerimizin başka ülkelerde gelecek hayalleri kurması, güvenli ekonomik ve hukuki zeminin olmaması nedeniyle gün geçtikçe yoksullaşmamız ülkemizin nasıl bir çıkmaza doğru sürüklendiğinin açık bir göstergesidir.

Bugün için yargı, iktidarın taleplerine göre karar veren, hukuku uyguladığı vakit iktidarın rahatsız olacağı endişesiyle tüm hukuksuzluklara ve yolsuzluklara göz yuman bir haldedir. Çoğu hakim ve savcı “kanunlara ve vicdanlarına” göre değil, “iktidarın istek ve ihtiyaçlarına” göre karar vermektedir.

Hâkim ve Savcılar Kurulu hâkim ve savcıları sürme, açığa alma ve tenzili rütbe ile cezalandırarak yargıyı baskı ve tehdit altında tutma düzeneği kurmuştur. Siyasetin ağır baskısı neticesinde yüz binlerce vatandaşımız hakkında suç teşkil etmeyen faaliyetlerden dolayı terör suçlarından soruşturma açılmış yahut da kamu görevinden ihraç edilmiş; aksine açıkça suç işleyenler ve yolsuzluk yapanlar ise yargı tarafından görmezden gelinmiştir.

Dün yargı üzerindeki askeri vesayetten haklı olarak rahatsız olanlar bugün kendileri bizzat yargı üzerinde vesayet kurmuştur. Ülkemizdeki açık hukuksuzlukların kaynağı da bu vesayet anlayışıdır. Kendisini yargının üzerinde konumlandıran, yargıya her türlü talimatı veren anlayış son bulmadıkça da bu yargının adalet dağıtması mümkün değildir. Bugün iktidarın talimatlarına açık yargı adaletsizliklerin bekçisi konumundadır.

Elbette “Adaletin mülkün temelidir.” Ancak ülkemizde adaletin olmamasından daha kötüsü adalet varmış gibi yapılmasıdır. Bugün için temel sorunumuz adaletin ve yargı sisteminin tamamıyla yok olmasıdır. Buna rağmen adalet varmış gibi davranmak ise bu hukuksuzlukların, adaletsizliğin devamını sağlamaktadır.

Bu çerçevede herkesin huzur içinde yaşadığı, barışın ve birlikte yaşama idealinin toplumda yeşerdiği müreffeh bir ülkeyi tesis edebilmek için hukukun üstünlüğüne sahip çıkmak temel bir gerekliliktir. DEVA Partisi olarak önceliğimiz; dini, dili, etnik kimliği, inancı, düşüncesi ve yaşam biçimi ne olursa olsun toplumun tüm farklılıklarıyla birlikte güven içinde bir arada yaşayabilmesinin yegâne formülü gerçek bir özgürlükçü hukuk devletinin inşasıdır.

Bu minvalde ülkemizin bu karanlık günlerden bir an evvel kurtulması için hukuk devleti, insan hakları ve adalet mücadelesinde olan ve vicdan ve ahlakları ile görev yapan tüm hâkim, savcı, avukat ve adalet personelinin yeni adli yıllarını kutluyorum.

 

DEVA Partisi Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanlığı

İçişleri Bakanı’na Göçmenlerin Meriç Nehri’ne Atılmasına Dair Soru Önergesi

2021 yılı Ağustos ayı içerisinde, Yunanistan’dan Türkiye’ye yaklaşık 150 kişilik bir göçmen grubun geri gönderildiği ve kolluk güçlerine teslim edilen bu göçmen grup içerisindeki kadın ve çocukların ayrılarak geride kalan 45-50 kişilik erkek grubun bir jandarma komutanı tarafından Meriç Nehri’ne atıldığı ve nehre atılan 1 Afgan ve 2 Suriyeli olmak üzere 3 kişinin de hayatını kaybettiği iddia edilmektedir. Söz konusu olay sosyal medyada da gündem olmuştur. Nehre atılanlardan biri olan ve olaydan sağ kurtulan Sad El Delli isimli Suriyeli şahıs, ilgili olayı ayrıntıları ile anlatmıştır.

 

Bu bağlamda;

1- Yukarıda ifade edilen suça konu olayın gerçekleşip gerçekleşmediği hususunda idari bir soruşturma yapılmakta mıdır?

2- Söz konusu olayla ilgili olarak soruşturma yapılmakta ise olaya konu eylemi gerçekleştiren jandarma komutanının kimliği tespit edilmiş midir? İlgili jandarma komutanı açığa alınmış mıdır? Söz konusu olay her yönü ile araştırılmakta mıdır?

3- Olay çerçevesinde öldüğü iddia edilen göçmenlerin kimlikleri belirlenmiş midir? Aileleri ile irtibata geçilmiş midir?

4- Bu tür olayların gerçekleşmemesi için Bakanlık nezdinde herhangi bir çalışma söz konusu mudur?

 

İçişleri Bakanlığı’na Göçmenlerin Meriç Nehri’ne Atılmasına Dair Soru Önergesi