Yeneroğlu: ‘Türkiye, Avrupa’daki İslamofobiye çanak tutacak bir politikasızlığa sahip’ (Serbestiyet – Röportaj)

Mustafa Yeneroğlu, DEVA Partisi İstanbul Milletvekili. Onu Türkiye’deki siyasi tartışmalarda, özellikle hukuk ve insan hakları konularında aldığı cesur ve sert çıkışlarıyla tanıyoruz. Yeneroğlu 2015 yılına kadar, 3 yaşındayken gittiği Almanya’da yaşıyordu. Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın önde gelen isimlerinden biriydi. O yüzden bu kez onunla Türkiye’nin sıcak gündemini değil, son bir ayda Fransa ve Avusturya’da yaşanan terör saldırılarından sonra Avrupa’da Müslümanların aleyhine değişen havayı konuştuk.

Bir öğretmenin boğazını kesmek, kilisede dua eden 70 yaşında bir kadının boğazını kesmek… Türkiye’de daha çok bu olaylardan sonra verilen tepkiler, açıklamalar öne çıkartılıyor; ‘Avrupa’da İslamofobi yükseliyor’ deniyor. Bu olaylar karşısında yeterince empati yapabiliyor muyuz?

Her birisi başlı başına çok geniş kompleksli olaylar. Bunu öncelikle belirtmek istiyorum. Elbette Avrupa’da, İslamofobi olarak da adlandırabiliriz, fakat aslında İslamofobi olarak adlandırılmasının da sorunlu olduğu bir süreçle karşı karşıyayız. Bu süreç, yeni bir süreç değil. Çok uzun zamandan beri devam eden, aşırı sağ ve İslam düşmanlığını toplum nezdinde popülerleştiren hareketlerin büyümesiyle ortaya çıkan, özellikle 11 Eylül terör hadiseleri sonrasında daha da büyüyen bir durumla karşı karşıyayız. 11 Eylül terör hadiseleri öncesinde Müslümanlar Avrupa’nın farklı ülkelerinde o ülkelerin kendi göç tarihinden de hareketle ülkedeki din-devlet ilişkilerini farklı şekillerde tartışıyordu.

11 Eylül terör hadiseleri sonrası Avrupa’da da gerçekleşen terör eylemleri, Müslümanlara karşı bir korku ikliminin oluşmasına sebep oldu. Bunu göz ardı edemeyiz. Bu korku ikliminde, basının da bunları genelleştirerek bütün Müslümanlara mal etmesiyle Müslümanlara karşı gün geçtikçe artan önyargılar, kuşkular ve endişeler belirdi.

Bu endişeler merkez sağ partiler tarafından, aşırı sağ partilerin daha fazla güçlenmemesi için söylemsel olarak sahiplenildi. Ve sahiplenildikçe popülerleşti. Popülerleştikçe meşruiyet kazandı.

Artık bu söylemlerden kaçınılması mümkün değil. Son 15-20 yılda Avrupa’da zaten akademik çalışmalar net bir şekilde ortaya koymakta ki, Müslümanlara karşı önyargılar artık toplumsal düzlemde çok güçlü bir şekilde yer edinmiş durumda. Batı Avrupa ülkelerinde büyük toplum kesimleri Müslümanlarla birlikte yaşamaktan imtina ediyor, tereddüt ediyor, endişe duyuyor.

Ama ilginç olan şu; İslam düşmanlığının en çok olduğu bölgeler, Müslümanların neredeyse hiç yaşamadığı yerler. Doğu Almanya örneğin, Müslümanların çok az yaşadığı bir bölge. Ama orada İslam düşmanlığı Batı’dan daha fazla.

Peki neden kaynaklanıyor bu?

İslam dünyasında son 10 yılda ortaya çıkan gelişmelerin, genellemelerle bütün Müslümanlara mal edilmesi yüzünden.

11 Eylül terör hadiseleri sonrası Batı Avrupa ülkelerinde öyle bir ortam gelişti ki, “Artık önleyici tedbirler almamız gerekir” anlayışı ile, suçlular ile mücadele etmek yerine “Nerede suç oluşabiliyorsa o ortamlarla mücadele edelim” anlayışı ortaya çıktı.

Şiddet eğilimli kişilerin o sosyalizasyonu edindiği ortamlara odaklanmak yerine, önleyici tedbirler o kadar öne çekildi ki, dindar bir yaşam biçimi içerisinde olan insanlara kadar uzatıldı. Örneğin camiler, tehdit oluşturabilecek ortamlar olarak tespit edildi, düşünüldü.

Camiler içerisindeki dindar insanlar da hedef olarak belirlendi. Örneğin dediler ki, İslamcılıkla mücadele ediyoruz, siyasal İslam ile mücadele ediyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde kimsenin alnında İslamcı ya da siyasal İslamcı diye yazmıyor. Öyle bir etiket yok. Kimse kendini de bu şekilde tanımlamıyor. Böyle bir tanım da zaten özgürlükçü hukuk devletinde ciddi anlamda sorunlu. Çünkü özgürlükçü hukuk devleti zihinlerle mücadeleyi bu şekilde ceza hukukunun yöntemleri ile yapmaz, polisiye önlemlerle yapmaz. Ama Batı Avrupa ülkelerinde bunlar o kadar popülerleştirildi ki, genel toplum da Müslümanlara karşı ön yargılarını büyüttü. Büyüttükçe de aşırı sağın ya da ırkçı partilerin ölçüsüz talepleri zamanla merkez sağ partiler hatta sol partiler tarafından benimsenmeye başladı. Ama bunların hepsi çıkmaz sokak. Şunu net olarak görüyoruz, Batı Avrupa ülkelerinde şiddet olaylarına karışan hiç kimse, istisnasız hiç kimse, normal dini tedrisat görerek radikalize olan tipler değil. İstisnasız bir şekilde Batı Avrupa’da terör eylemlerine karışan herkes, istisnasız herkes, normal camilerde, özellikle Türkiyeli Müslümanların yoğun olduğu camilerde radikalleşmiyorlar. Böyle bir örnek yok. Yüzlerce kişi arasında böyle bir örnek yok. Bunların hepsi, şiddeti araç olarak kabul edip meşru olarak gören modern selefi ortamlarda yetişiyor. Çok net olarak bunu söylemek gerekiyor. Dolayısıyla burada sorunsallaştırılması gereken İslam’ın bütünü, Müslümanların geneli değil, şiddeti meşru ve araç olarak gören kişilerdir. Aksi takdirde örneğin Fransız ırkçıları ile mücadele ettiğiniz zaman bütün Fransa ile mücadele etmek gerekir. Mümkün mü bu? Bunu kimse kabul etmez. Almanya’da Alman ırkçılarla mücadele ettiğiniz zaman bütün Almanlarla mücadele etmek gibi bir önlem kimsenin aklının ucundan geçmez. Ama söz konusu Müslümanlar olunca maalesef böyle bakılmıyor.

Son Avusturya örneğine bakalım, oradaki genç zaten IŞİD terör örgütüne katılmış, Suriye’ye giderken Türkiye’de yakalanmış, Türkiye bu kişiyi tekrar Avusturya’ya geri göndermiş ve orada 22 aylık hapis cezası almış terör örgütü üyeliğinden dolayı. Sonra cezaevinde ıslah programlarına katılmış. Bu ıslah programları içerisinde kendisinin artık radikal bir zihin dünyasına sahip olmadığı fikri ortaya çıkmış. Demek ki yanıltmış oradaki uzmanları, bunun üzerine 7 ay sonra cezaevinden çıkmış ve bu eylemi gerçekleştirmiş.

Fransa’daki örneğe bakalım, Nice’teki eylemi birkaç gün önce ülkeye giren genç bir Tunuslu gerçekleştiriyor. Tüm bu olaylarda şunu net bir şekilde görüyoruz ki, bu eylemleri gerçekleştiren insanlar geçmişte her türlü suçu işlemiş kişiler, yoksa İslami yaşam biçimi ile bilinen insanlar değil. Bunların ortak özellikleri perspektifsizlik, hayatın içinde yer bulamama, şiddet kültürü içerisinde yetişme… Bu ortamda nefret tellalları dediğimiz şiddeti tasvip eden selefi örgütlerin internet üzerinden radikalleştirdiği tipler.

Daha ilginç bir şey söyleyeyim, bu insanların çoğu zaten ilgili ülkelerde polislerin ve istihbarat örgütlerinin kayıtlarına girmiş kişiler. Örneklerin büyük çoğunluğunda bu kişiler zaten “tehdit oluşturan” şeklinde tanımlanmış ve istihbarat örgütlerinin de takibinde olan kişiler. Bilinmeyen insanlar değiller yani. Temel problem, bir hukuk devleti bunlarla nasıl mücadele edecek? Maalesef ki çok küçük bir azınlık, Müslümanların tamamına mal edilerek Müslümanların tamamı ötekileştirilebiliyor. Zaten IŞİD gibi terör örgütlerinin hedefi de bu. Avrupa’daki Müslümanların ötekileştirilmesini sağlayarak çatışmayı artırmak.

Vahşeti yapanlar ile Müslümanları ayırmak gerektiğini söylediniz haklı olarak. Fakat şöyle bir durum da var, biz Türkiye’de 2-3 hafta boyunca oradaki vahşeti değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron arasındaki tartışmayı konuştuk. Bu tartışma da çok sert bir üslupla gerçekleşiyor. Bu olaylar yaşanırken, kurduğu bir dernek radikal İslamcı oluşumlarla bağlantı halinde olduğu gerekçesiyle kapatılan Müslüman bir Fransız vatandaşı, Türkiye’den siyasi sığınma talebinde bulundu Twitter üzerinden. İçişleri Bakanlığı’na bağlı olan Göç İdaresi Başkanlığı da resmi Twitter hesabından bu çağrıya cevap yazarak tabiri caizse “yol gösterdi.” Tüm bu parçaları bir araya getirdiğimizde, siz nasıl bir tablo görüyor, bu olayları nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklamaları ve açıklamalarındaki üslubu Avrupa’daki Müslümanlara ve Türklere fayda mı sağlıyor yoksa bu söylemler oradaki insanlarımıza uzun vadede zarar mı veriyor?

Bu da çok boyutlu bir mesele. Fransa’da tahminen 7 milyonun üzerinde Müslüman yaşıyor. Bu konu ile ilgili resmi bir istatistik yok, çünkü Fransa resmi istatistiklerde kişilerin dini inançlarını vs. veri olarak toplamıyor. 670 bin civarında da Türkiye’den göç edip Fransa’da yaşayanlar bulunuyor. Yani bizim Fransa’da hassasiyetle takip etmemiz gereken çok ciddi bir kitle mevcut. Batı Avrupa ülkelerinde en fazla Müslümanın yaşadığı ülkelerin başında Fransa geliyor. Fransa’dan sonra İngiltere, sonra Almanya geliyor. Öncelikle bu tabloyu dikkate almamız lazım.

Fransa’da Müslümanlar uzun zamandır maalesef ki aşırı sağın yükselmesi ile daha çok önyargıya ve ötekileştirmeye maruz kalıyorlar.

Doğru bir analiz yapabilmek için, Fransa’da şiddeti tasvip eden ve uygulayabilecek 8 binden fazla kişinin mevcut olduğu biliniyor. Bu kişilerin çok önemli bir bölümü, Fransa’da radikalleşmiş tipler. Yurtdışında radikalleşerek Fransa’ya eylem yapmaya gelmiş kişiler değil. Fransa’nın elitist tavrı ve Müslümanları ötekileştiren uygulamaları sebebiyle bu kişiler ortaya çıkıyor. Bütün selefi yapılar şiddeti tasvip etmiyor fakat şiddeti tasvip eden selefi ortamlarda, veyahut basit suçlardan ya da adi suçlardan girdikleri Fransa cezaevlerinde radikalleşen çok ciddi sayıda genç var. Fransa’dan son yıllarda Suriye’ye gelip, Suriye’de savaş tecrübesi edinen, orada savaş suçları işleyip tekrar ülkeye geri dönenler var. Sadece Avusturya’da bile bakın, son üç yılda bir şekilde Suriye’ye gidip orada savaşmış 330 kişi var ve bunların yaklaşık 70’i şu anda Avusturya’da yaşıyor. Fransa’da bu rakam iki binin üzerinde. Dolayısıyla, oradaki devletin Müslümanlara yönelik tutumunu değerlendirirken bunları da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Diğer taraftan da Fransa zaten Frankofon bir anlayış içerisinde, Müslümanlara kendi dünya görüşünü empoze etmeye çalışıyor. Bu, yıllardan beri devam eden bir süreç. Fransa’daki laiklik uygulaması, özellikle Müslümanları sosyal hayattan dışlamaya yönelik, siyasal söylem ve baskılarla yürüyen bir süreç. Bunları da not etmek gerekiyor. Fransa’da sivil toplum, aynı zamanda çoğulcu toplumun mücadelesini vermeye çalışıyor. Özellikle Fransa’nın baskısına maruz kalan Müslümanların da içerisinde bulunduğu insan hakları kuruluşları da bu mücadele içerisinde devamlı Fransız idaresinin dışlamasıyla karşı karşıya kalabiliyor. Bugün, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Fransa’daki camileri banka hesabı açamıyor, Türkiye’den artık imam gidemiyor. Fransız İslamı adı verilen ama ne olduğu bilinmeyen ve içi doldurulamayan, aslında laik bir devletin de kendisine yasakladığı bir alana girmesiyle karşı karşıyayız. Bu da önyargıları besliyor elbette. Müslümanların da Fransız toplumunda aidiyet bilincini zedeliyor. Ama bunların hiçbirisi, Fransa’da gerçekleşen terör olayları ile yakından uzaktan alakalı değil. Fransa’da sağlıklı bir din tedrisatı edinmiş, özellikle Türkiyeli Müslümanların ortamında bulunmuş hiçbir kişinin herhangi bir terör hadisesine karıştığına dair en ufak bir bulgu söz konusu değil. Maalesef ki Fransa, bir hukuk devletine yakışmayacak şekilde bunları genelleştirerek Müslümanların tamamını sorunsallaştıran bir politika takip ediyor.

Fransa’da Charlie Hebdo’yu devletin sahiplenmesi şeklindeki bir yaklaşımı kabullenmemiz elbette ki mümkün değil. Elbette orada hem bu derginin yayınları olsun, hem de Fransa devletinin bu yayınları sahiplenen tavrı olsun, bunları eleştirmek mümkün. Fakat bunları yaparken, orada selefi akımlar içerisinde yetişmiş, çok tartışmalı fikirlere sahip olan ve şiddeti kutsadığına dair endişeler olan insanların Türkiye tarafından iltica taleplerine olumlu cevap veriliyor gibi bir yaklaşım, Türkiye’yi uluslararası camiada çok daha büyük sorunlarla karşı karşıya bırakmaya müsait bir gelişmedir. Elbette ki yukarıdan talimatla yapılmıştır, yoksa kimsenin Twitter üzerinden iltica başvurusunda bulunup da buna Twitter’dan cevap verildiği bir vaka örneği yoktur. Bu popülizmin, kendince “Macron’a cevap yetiştiriyorum”, “Fransa’da baskı altındaki Müslümanların yardımına koşuyorum” şeklindeki yaklaşım biçiminin Fransa’da da bir karşılığı yok. Bu kişi Fransa’da, devlet tarafından kendisine yönelen bir tehditle kendi temel haklarını tehdit eden bir yaklaşım biçimi ile karşı karşıyaysa o zaman bunu değerlendirirsiniz. Ama devlete yakışan bir yaklaşım ile değerlendirirsiniz. Yoksa Fransa’da Türkiye’nin şiddeti tasvip eden, kuşkulu fikirleri olan selefi akımlara kapı açması gibi bir görüntü ortaya koyması Fransa’daki özellikle Türkiyeli Müslümanlara yönelik baskının da artmasına sebep olur. Fransa gibi 670 bin vatandaşınızın yaşadığı ülkeler ile ilgili konuşurken, kullandığınız dile dikkat etmek zorundasınız. Daha ölçülü, daha nitelikli, daha nesnel bir dil kullanmak durumundasınız.

Mesela Fransa’ya boykot uyguluyorsunuz. Bir kere biz Fransa ile dış ticaretimize baktığımızda, dış ticaret artımızın olduğu nadir ülkelerden birisi. Diğer taraftan ülkemizde Fransız şirketleri için mal üreten on binlerce insan var. Bu şirketlerde çalışan on binlerce insan var. Bunun bedelini bu insanlar ödeyecek. Fransa mallarına boykot uygulayacaksınız, peki Fransa’da yaşayan 670 bin Türk ne yapacak? Böyle bir yaklaşım olabilir mi? Bunlar üç gün sonrası, üç saat sonrası hatta üç dakika sonrası düşünülmeyen, laf olsun diye ortaya konan, Türkiye’nin itibarını ciddi manada zedeleyen yaklaşım biçimleridir. Bir kere bu yaklaşım biçimlerinden kaçınılması lazım.

Bu noktada size şunu sormak istiyorum: Fransa’daki laiklik uygulamasından bahsettik. Sizin uzun yıllar yaşadığınız Almanya’da laiklik uygulaması daha yumuşak, dolayısıyla İslam’ın kamusal alandaki görünürlüğüne direnç Fransa’da çok daha yüksek. Bu gidişat Almanya’nın İslam’a karşı daha sert bir tutum geliştirmesine, onun Fransa’ya benzemesine yol açabilir mi?

Şimdi tabii Fransa’nın din-devlet ilişkileri çok farklı. Almanya’da devletin tüm dini cemaatlere eşit mesafede olma zorunluluğu var. Anayasada bu tanımlanıyor. Müslümanlara yönelik yasama, yargı nezdinde ciddi bir problem yok fakat uygulamada demin bahsettiğim çoğunluk toplumsal şartlara entegre edilmediği için bazı problemler yaşanıyor. Almanya’da çoğulcu toplum modeli kabullenilmiş durumda. Fakat bunun gerekleri konusunda ciddi eksiklikler var. Örneğin Müslümanların ya da diğer azınlıkların kamu kurumlarında temsili çok zayıf, polis teşkilatında çok zayıf, medyada temsili çok zayıf, yasamada ve yürütmede temsili çok zayıf. Bu da uygulamada birçok haksızlığı ve eşitsizliği beraberinde getiriyor. Bunlar devamlı olarak da Almanya’da tartışılıyor. Almanya’da her birkaç ayda bir terör olayları meydana geliyor. Bu da doğal olarak yerel toplumun endişelerinin artmasına sebep oluyor. Önyargılar artıyor.

Almanya’da din-devlet ilişkileri bağlamında, Müslümanların bireysel din özgürlükleri konusunda ciddi problemler yok, eksiklikler ve noksanlıklar var fakat bunun mücadelesi verilebiliyor. Ama kurumsal din özgürlüğü konusunda, Müslümanların grup hakları kabul edilmiyor. Kamu tüzel kişiliği olsun, camilerin statüsü olsun, Müslümanların kendi içlerindeki organizasyonlarındaki otonom statüleri olsun bu noktalarda birçok problem var. Bu problemlerin aşılması için Müslüman toplum bir çaba içerisinde. Ama yerel toplumun çoğunlukçu yaklaşımları bu sorunları azaltmıyor, artırıyor. Avusturya’da mesela 11 Eylül’den sonra yükselen aşırı sağ ile Müslümanlara karşı önyargılar ve ötekileştirmeler arttı.

Türkiye, Avrupa’daki İslamofobi ile mücadele ediyormuş gibi davranıyor fakat uygulamada öyle değil. Uygulamada tam olarak oradaki İslamofobiyi artıracak, buna çanak tutacak söylemler ve politikasızlığa sahibiz. Bu da, orada yaşayan vatandaşlarımızı ve hatta tüm Müslümanları günden günde daha zor durumda bırakıyor. Bunun tamamıyla gözden geçirilmesi gerekiyor. Yurtdışındaki vatandaşlarımıza yönelik kuşatıcı, gerçekçi bir siyaset ortaya konulması gerekiyor.

Röportajı Serbestiyet’in sitesinde okumak için lütfen tıklayın.

AHVAL NEWS MURAT AKSOY İLE SÖYLEŞİ

Son günlerde Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, yerel yönetimlerin koronavirüsle mücadelede konusunda halka doğrudan ulaşmasından, ihtiyaç sahiplerine yardımı ilk elden dağıtmasında fazlasıyla rahatsız.

Yerel yönetimlerin bu çabasını FETÖ ve PKK’yla kıyaslayacak kadar rahatsız.

İnsan anlamaya çalışıyor neden?

Rahatsız olan yerel yönetimlerin sadece muhalefet partilerinden olması mı rahatsızlık nedeni yoksa başka bir endişe ve korku mu?

Devletin bir parçası olan sürekli devlet tarafından denetlenen yerel yönetimlerden korkmanın anlamı ne?

AK Parti’de nasıl bir değişim yaşandı?

Bu değişimi taşıyan kadrolar kimler?

Bütün bunları yakın zaman kadar AK Parti’de siyaset yapan ve istifa eden İstanbul Milletvekili ve DEVA Partisi kurucusu Mustafa Yeneroğlu ile konuştuk.

Bu arada tüm okuyucularımızın ve çocuklarımızın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun. Nice 100’üncü yıllara…

1) Siz Almanya’da yaşarken AK Parti tarafından siyasete davet edilip, siyasete girdiniz. Sonraki süreçte istifa ettiniz. Ne değişti, siyasete girdiniz partiyle ile bugünkü AK Parti arasında?

Hayatımın büyük ekseriyetini Almanya’da geçirdim. Çok genç yaşlarda Almanya’daki Türk toplumunun Müslüman cemaatin meseleleriyle ilgilendim, bu sorumluluk bilinciyle sivil toplum kuruluşlarında aktif oldum. Orada Müslüman toplumun bir hak mücadelesi var. Müslümanların diğer dinî cemaatlerle eşit kurumsal haklara sahip olmasından tutun, ayrımcılık karşısında etkin bir şekilde korunmaya, İslam ve Müslümanlara yönelik kültüralist söylemler üzerinde bina edilen entegrasyon politikalarının sorunlu yanlarına kadar özelde Almanya, genelde ise Batı Avrupa’daki Türkiye kökenli Müslümanların ciddi sorunları mevcut. Benim siyasete girmek gibi bir beklentim ya da arzum hiç olmadı. Nitekim 2011’de böyle bir teklifi kabul etmedim. Sonra 2014’de Yurtdışı Türkler Başkanlığı teklif edildi ancak YTB ile birlikte bu alanda çalışan tüm kamu kurumlarının kuşatıcı koordinasyonu kabul görmedi. Bu sebeple uzak durdum. 2015 yılında Türkiye’de siyasete girmem teklif edildiğinde, bu teklifi, bahsettiğim sorunları Türkiye’de parlamentoya taşımak ve yurt dışındaki vatandaşlarımızın sorunlarına geniş bir siyasi konsensusla çözüm üretebilmek adına bir fırsat olarak gördüm. Türkiye-AB ilişkilerini tekrar canlandırmakta ve benzersiz olan Türk-Alman ilişkilerinin iyileştirilmesinde rol alma olasılığı beni heyecanlandırmıştı.

Yoğun seçim dönemleri arasında Milletvekili olarak ilk senem, bu konuda bir akıl geliştirmek ve devletin kronikleşmiş hatalı yaklaşımlarını tashih etmeye çalışmakla geçti. Bu esnada gelişen şartlar ve yurt dışından yeterince göremediğim, Türkiye’deki insan hakları ihlalleri, demokratik standartların durumu gibi hayati hususları görmezden gelip, noktasal olarak yurt dışındaki vatandaşlarımızın sorunlarına odaklanmak; gerisiyle hiç ilgilenmemek gibi bir yaklaşımı mümkün kılmadı. TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı olarak incelediğim binlerce dosya, dinlediğim binlerce vatandaş, tanık olduğum binlerce hak ihlali, beni dehşete, ama aynı zamanda da ağır bir telaşa düşürdü. İnancım ve temsil ettiğim değerler gereği şahit olduğum hak ihlallerini görmezden gelemezdim. Bu ihlalleri üreten siyasi mekanizma ve yaklaşımların düzeltilmesi konusunda ciddi çaba sarf ettim. Bir taraftan hak ihlallerine karşı içeride ve zamanla dışarıda da sesimi yükseltiyor, diğer tarafta aklı selimin hakim geleceğine dair ümidimi muhafaza etmeye çalışıyordum. 2018 yılında MKYK’ya girdikten sonra orada gördüğüm ümidimi ciddi manada kırdı. Parti’nin siyasi yönelimi müzakere edilemiyordu, en fazla Genel Başkana çekingen sorular sorabilirdiniz. Bu zamanla dışlamaları ve ağır hakaretleri beraberinde getirdi. Biz örneğin İstanbul seçimlerinin ne öncesini, ne ortasını ne de sonrasını MKYK’da müzakere edemedik. Ak Parti’nin kuruluş felsefesini tamamıyla ters yüz eden politikaları sorgulamak ihanetle suçlanabiliyordu. 3Y olarak ifade edilen ‘yoksullukla, yolsuzlukla ve yasaklarla’ mücadeleyi bayraklaştıran parti artık bunlarla anılır olmuştu. Karar mekanizmalarında adı görünen arkadaşların büyük ekseriyeti bunları görüyor fakat tek tük noktasal itirazın da ağır hakaretlerle bastırılmasının şahidi olarak hedef olmamak için sesini çıkarmıyordu. Tayyip Erdoğan ortak akıl, ehliyet ve liyakat, vesayetlere karşı mücadele, özgürlükçü ve çoğulcu toplum düzeni diye yola çıkan bir partiyi tek adam aklı, dar menfaatçi kadro, vesayetçi, devletçi, tek tipçi toplumu savunan ve özgürlüklere savaşa açan aşırı sağ kültüralist ve popülist bir partiye dönüştürdü. Ve maalesef mütedeyyin muhafazakar kesimi de ciddi manada dönüştürdü. Dolayısıyla şahsi çabamın mevcut siyasi konstellasyon içerisinde bir sonuç doğurmayacağına kesinkes kanaat getirmenin sonucunda ağırlaşan hukuksuzluklara, hatta zalimliklere ortak olmamak için MKYK’dan da istifa ettim. Arzu ederse partiden de istifa edeceğimi belirttim. Benim açımdan son ikazdı. Sayın Cumhurbaşkanı partiden de istifa etmemi isteyince gereğini yaptım. Netice itibarıyla aslında ben Ak Parti’den uzaklaşmadım, Ak Parti yola çıkarken yazdığı programını inkar ederek inandığı tüm değerlerden ve ilkelerden, yani kendinden uzaklaştı. Tayyip Erdoğan büyük bir ümitti, Türkiye’nin çok ötesinde ümide çığır açan bir siyasetçi olarak tarihe geçme imkanı varken, maalesef Orban, Bolsonaro, Modi, Trump ve Putin gibi patrimonyal liderlerle birlikte anılacak. Camia tüm değerlerinin içinin bu süreçte tüketilip boşaltıldığını fark edemedi ama zamanla edecek. Şimdilik alternatifsizlik ve korku siyaseti duygu ve düşünce dünyasında yıkımı engelliyor ama bu gelecek ve maalesef uzun sürecek.

2) Koronavirüsle mücadele sürecinde merkezi iktidar, yerel yönetimlerin halka doğrudan yardım etmesi konusunda çok yasaklayıcı davranıyor. Neden?

Ülkece olağanüstü günlerden geçiyoruz. Bu dönemde belediyeler önemli bir sosyal belediyecilik ve dayanışma örneği gösteriyor. Anayasanın 127. maddesi, belediyeleri açıkça idari teşkilatın içerisinde düzenlemiş. Belediye Kanununun 15’inci, 18’inci ve 38’inci maddeleri belediyelerin bağış kabul edebileceğini yazıyor. Büyükşehir Belediyeleri Kanununun 28. maddesi de aynı yetkiyi Büyükşehirlere veriyor. İçişleri Bakanlığı tarafından bir genelge ile anayasaya ve kanuna aykırı olarak bu yardımlaşmanın engellenmesi, milletimizin yarısından fazlasının oy verdiği belediye başkanlarının icraatlarını terör örgütlerinin eylemleriyle ilişkilendirmek, hukuk adına gerçekten çok ürkütücü. Hukuksuzluğun paralel yapıların üreme ortamı olduğunu unutmamak gerekir.

Belediyelerin siyasi iktidardan yardım konusunda daha başarılı olma ihtimalinden dahi korkulması, ne yazık ki adeta acı bir mizah örneğidir. Böylesi bir, ancak “biz yardım ederiz, siz edemezsiniz” anlayışının ülkeye hayrı olmaz. Millete hizmet, kimsenin tekelinde değilken; belediyeleri kendine rakip görmek, kutuplaştırma siyasetinin devamı olarak milleti cezalandırmaktır. Mahallinde gerekli ihtiyaçları tespit edip, ekipleri ile organize olabilen yerel yönetimleri sürece dahil etmek hatta desteklemek gerekirken, devre dışı bırakmak, ihtiyaç sahiplerini mağdur etmekten öteye geçemez. Yardımlaşmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde “Güçlüyüm, kanun benim” anlayışı, Türkiye’ye her zamankinden daha çok zarar verir.

3) Koronavirüsle mücadele konusunda iktidarı nasıl buluyorsunuz?

Hızla yayılan bir küresel salgından söz ediyoruz. Konunun teknik ve bilimsel boyutu elbette çok önemli. Bu nedenle Bilim Kurulu’nun oluşturulması ve Sağlık Bakanı öncülüğünde her gün gelişmelerin ve tedbir önerilerinin tartışılması doğru bir yöntem. Bununla beraber, krizden ne kadar etkilendiğimiz ve bu etkinin nasıl asgari düzeyde tutulabileceği konusunda bir başarıdan söz etmek çok güç. Şeffaflık ve haber alma özgürlüğü demokrasilerde hayati kavramlardır. Resmî açıklamalarda vakaların coğrafi dağılımı geç paylaşıldı, demografik dağılımı ise hiç öğrenemedik.  İlk vakanın çok geç açıklandığı, vefat sayısının büyükşehirlerdeki resmi ölüm sayısındaki artışa kıyasla düşük göründüğü yönündeki iddialara, doğru veya yanlış olsunlar, tatmin edici yanıtlar almış değiliz.

‘Ekonomik İstikrar Kalkanı’ adında, işini ve gelirini kaybeden vatandaşlara çok cüzi miktarda yardım sağlarken konut kredisi almanın kolaylaştırılması gibi salgınla ilgisi olmayan ve uçak biletlerinden alınan verginin düşürülmesi gibi salgınla mücadeleyi sekteye uğratacak maddeler içeren bir paket açıklandı. Son derece yetersiz bir paketti diyebilirim. Buna ilaveten, ülkenin yedek akçeleri olan rezervlerin eritilmiş olmasının ve üretim ve istihdam konusunda yaşanan zorlukların üzerine salgının etkileri eklenince devletin hesap numarası paylaşarak toplumsal dayanışma çağrısında bulunması gibi bir sonuç doğdu.

Ayrıca, yeni koronavirüs salgınının etkilerini azaltmak adı altında iktidar partisi tarafından getirilen kanun tekliflerinin büyük bir kısmı salgınla mücadele kapsamı dışında maddeler içeriyordu. Hızla ve tartışılmadan meclisten geçirilen kanun değişikliği paketleri, salgın döneminde bile önceliği halkın sorunları değil kendi çıkar hesapları olan bir iktidarı işaret ediyor. Bundan en çok zarar gören elbette halkımız oldu.  Diğer tarafta çok az kişinin üzerinde durduğu diğer bir gerçek şu ki, en fazla ihtiyacın olduğu zamanda meclis 1,5 aylığına kapatılırken, temel haklara müdahale eden sayısız tedbirin yasal zemini olmaksızın uygulanması. Yani anayasasızlaştırma süreci çok güçlü adımlarla sürdürülüyor.

Bir de Bakan istifası gibi önemli bir olay oldu bu dönemde, hükümet içerisinde ve kurumlar arasında koordinasyonsuzluğu ispatlayan bir olaydı. Parantez olarak; en başarısız anda nasıl kahraman olunabileceğini ve trol ordularının bir camiayı yönlendirmedeki gücünü de bu arada görmüş olduk. Aslında siyasi sosyoloji açısından da başta bahsettiğim Ak Parti’nin değişimi hafta sonu yaşananlarla da tahkim edilmiş oldu. O olay gerçekten Ak Parti tarihi için de çok önemli bir olaydı.

4) Son yıllarda özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda çok gerileme olduğunu düşünüyor musunuz?

Düşünce ve ifade özgürlükleri demokratik bir toplumda yaşamsal değerdedir. Çünkü farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade bulması ile fikirlerin yarışması ve toplumun buna göre siyasi tercihini kullanması demokrasinin şartıdır. Özgür basın, kamunun gözetleyicisi olarak demokratik toplumun vazgeçilmez unsurları olan şeffaflık ve hesap verilebilirliğin sağlanmasının da ön koşuludur. Bu yüzden ileri demokrasilerde ötekinin sesini daha çok koruma ve savunma üzerine politikalar geliştirilir. Demokratik bir toplumda ifade özgürlüğüne verilen ehemmiyet siyasi sorumluluğa da yansır. İleri demokrasilerde bu bilinçle yöneticiler ve siyasiler; ifade, eleştiri ve ithama karşı toleranslı davranır ve bu eleştirilerin topluma ulaşma yollarını da engellemeye çalışmazlar. Bu tutum, siyasi adap ve kültürün de gereğidir.

Maalesef bizim gibi ülkelerde ilk baskılanan özgürlükler ise ifade, düşünce ve basın özgürlüğü oluyor. Cezaevlerini cumhurbaşkanına hakaretten ve toplumu kin ve düşmanlığa sevk etmekten doldurmak, erişim engeli ile internet sitelerini ve haberleri yasaklamak ifade özgürlüğü yönündeki en büyük engeldir. Dünyadaki en fazla profesyonel basın mensubunun cezaevinde olduğu ülke Türkiye. AİHM’de geçtiğimiz yıl ifade özgürlüğünü ihlal eden ülkeler arasında ilk sıradayız. Son yıllarda uluslararası kuruluşların demokrasi, hukuk devleti ve özgürlüklere ilişkin endekslerinde son sıralarda, giderek de geriliyoruz. Ne yazık ki, hukuk devleti buruk bir anı olarak geçmişte kaldı. Ama bu olumsuz insan hakları tablosunu değiştirmek de elimizde. Amacımız ve mücadelemiz Türkiye’yi, en kısa zamanda, farklı görüş ve düşünceler ile zenginleşen, çoğulcu ve özgürlükçü demokratik bir ülke haline getirmek.

5) İnfaz Yasası konusunda ne düşünüyorsunuz?

İnfaz Paketinin demokratik bir hukuk devletinin hakkettiği bir infaz sistemi oluşturmasını beklemiyorum. Hükümetler düzenli aralıklarla cezaevindeki doluluk oranını azaltmak amacıyla benzer düzenlemeleri sürekli yapıyor Türkiye’de. Doluluk oranı ise artarak devam ediyor, bu yüzden kanunun kısa süreli bir tedbirden öteye gidemeyeceği aşikâr. Bunun tek bir nedeni var, kadim toplumsal sorunların üzerine gidilmiyor, temel haklara saygı duyulmuyor ve adalet ve yargı sisteminde ciddi sorunlar var. Ve bu sorunlar, kanun yapmakla değil; ancak ve ancak yürütmeden yargıya giden telefonları engelleyerek ve kuvvetler ayrımını sağlayarak çözülebilir.

Temel çıkmazların ötesinde kanunun en büyük eksiği, parti olarak bizim de mücadele verdiğimiz nokta, belirli suçların kapsam dışında bırakılmasıydı. İçi boşaltılmış terör kavramının, mahkemeler tarafından maksadı aşacak şekilde yorumlanması nedeniyle terör örgütü üyeliğinden yaftalanan, şiddeti övüp teşvik etmemekle beraber terör örgütü propagandası yapmakla suçlanan, düşünen ve yazan insanlar ve gazeteciler haksız yere cezaevinde kaldı. Bu durum anayasamızda ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde düzenlenen eşitlik ve ayrımcılık yasağına da açıkça aykırı. Ayrıca suçlu olduğu mahkeme kararıyla ispatlanmamış tutukluların da tahliye olmaması diğer önemli bir eksik. Bu yasa demokratik bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak, o yüzden başta anayasaya aykırılıkları nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceği ya da kapsamının genişletileceği kanısındayım. Keşke partimizin, kamuoyunun ve akademisyenlerin eleştirileri dikkate alınmış olsa ve adil, eşit ve demokratik bir topluma yakışır bir düzenleme yapılabilseydi.

Tahliye edilen suçlularla ilgili önemli bir sorun ise; bu suçlular, herhangi bir deradikalizasyon tedbirine maruz kalmadılar. Topluma yeniden entegre olmak konusunda bir önlemle karşılaşmadılar. Şiddet uygulayanların bu yöndeki temayüllerinin azalması için herhangi bir strateji uygulanmadı. Hapishane, suçluyu izole etmek dışında toplumsal barışın tesisi için aynı zamanda suçluyu ıslah etmek amacı taşır. Böyle bir ıslah stratejisi olmadan, bu insanların salınması, bütünlükçü bir bakışın olmadığını gösteriyor.

6) Son olarak Deva Partisi’ne katıldınız. Neden?

Bağımsız milletvekili olarak çalıştığım dönemde birçok konuda gündemdeki gelişmelerle ilgili düşüncelerimi dile getirdim. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, adalet ve insan hakları gibi temel değerlere her zaman inandım ve tutarlılık içerisinde savundum. Toplumda bu değerlerin daha da güçlenmesi adına tek kişinin yapabilecekleri sınırlı. DEVA Partisi sıkışmış olan siyasete önemli bir cevap niteliğini taşımaktadır. Siyasetten ümidini kesen insanların sayısı ciddi manada artmış, %37 gibi ciddi bir orada çıkmıştır. Biz madem mevcut partileri rahatlıkla tercih edilemez buluyorduk, bu durumda sorumluluk üstlenmeli ve milletimize yeni bir alternatif sunmalıydık, klasik sağ ve sol kategorilerinin üzerinde toplumun gerçek sorunlarına eğilen bir yaklaşım biçimi bizimkisi. Biz birlikte yaşama inanan, özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı demokratik Türkiye idealine inanan herkesin partisi olma iddiasına sahibiz. Ülkedeki sorunların tanımı, nedenleri ve neler yapılması gerektiği konusunda ortaklaşan ve samimi bir şekilde çaba sarf eden çoğulcu bir kadromuz var. Şahsen ben de dayanışma içerisinde bir ekip ile Türkiye’de ihtiyaç duyulan olumlu değişikliklerin gerçekleşmesine katkıda bulunabileceğimi düşünerek ciddi katkıda bulunabildiğim programı ile de tamamıyla örtüşebildiğim için Partinin kuruluşunda yer almaya karar verdim.

Türkiye’de demokratik kurumların yerleşik ve güçlü hale getirilmesi hayati bir konu. Hak ve özgürlükler, toplumsal huzur, bilimsel gelişme ve ekonomik kalkınma gibi hemen her alanda sorunların çözümü güçlü demokrasi konusu ile kesişir. DEVA Partisi de bu anlayış üzerine kurulu idealist ve yenilikçi bir hareket. Şu an DEVA Partisi Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanlığı görevini yürütüyorum. Türkiye’de eşit bir şekilde tüm vatandaşların haklarının korunması ve adalet sisteminin işleyişindeki sorunların giderilmesi gereğini vurguladı hep DEVA Partisi. O kadar kutuplaşmış ve birbirine çelme takan bir toplumsal yapıya gelmişiz ki, herkesin huzur bulabileceği bir Türkiye hayalim var. Önümüzdeki dönemde de bunun mücadelesini vereceğiz.

7) Bugün 23 Nisan. Yüz yıl öncesinden bugüne bakınca ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle tüm vatandaşlarımızın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyorum. 23 Nisan 1920 tarihinde büyük bir sorumluluk bilinciyle açılan Birinci Büyük Millet Meclisi; istiklal için, milli iradeyi temsil edebilmek için, hürriyetler için, ülkemizin geleceğini bizzat belirleyebilmek için verilen müstesna mücadelenin çıkış noktasıdır. Milletin ve vatanın zor günlerinde, Anadolu’nun dört bir yanından gelen, farklı görüşlerin bir arada, omuz omuza verdiği bu mücadeleye önderlik eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, ilk Meclisin her bir üyesini ve aziz şehitlerimizi rahmet, minnet ve saygıyla anıyorum.

Şahıs otokratlığına muhalif, ilk Meclisin Mersin mebusu Selahattin Bey mecliste yaptığı bir konuşmasında, “Şahıs hakimiyeti yerine kanun hakimiyeti” ilkesinin önemini vurgulayarak “Yüce meclis görüşme ve tartışma makamıdır, onay makamı değildir. Meclisin şahsına hürmet edilmelidir.” diyordu. Bugün geldiğimiz noktada, meclise onay makamı olarak dahi ihtiyaç duymayanlar var. Koronavirüs nedeniyle alınan birçok tedbir kararının temel hakları sınırlandırdığı açıkken, bu sınırlamalara yasal zemin hazırlamak için dahi meclisin çalıştırılmaması hukuken izah edilemez. Şahsım adına, milletimizin bize ihtiyaç duyduğu böyle bir dönemde meclisin çalışmalarına ara verilmesini kesinlikle reddediyorum.

Ahval News Söyleşi Metni

Ahval News Söyleşi

Mein Beitrag in der Parlamentarischen Versammlung des Europarates zur Rolle und Verantwortung der politischen Führer bei der Bekämpfung von Hassreden und Intoleranz

Sehr geehrter Herr Präsident,
Sehr geehrte Kollegen,

Ich freue mich, dass dieses äußerst wichtige Thema auf dieser paneuropäischen Plattform aufmerksam diskutiert wird. Ich bin fest davon überzeugt, dass unsere Debatte mit den Weg für ein stärkeres Bewusstsein zur Verhinderung von Hassreden durch politische Führer ebnen wird.

Wenn Artikel 10 der Europäischen Menschenrechtskonvention das Recht auf freie Meinungsäußerung garantiert, ist klar, dass dies nicht von rechtsextremistischen und fremdenfeindlichen Bewegungen missbraucht werden darf. Außerdem kann dieses Recht von Politikern nicht geltend gemacht werden, um Hassreden und Intoleranz gegenüber einer Person oder einer Gruppe von Personen zu rechtfertigen. Heutzutage ist es sehr offensichtlich, dass Hassreden Radikalisierung, Diskriminierung und Stigmatisierung provozieren. Extremisten zum Beispiel rechtfertigen ihr Handeln auf der Grundlage von Reden rechtsextremer oder rassistischer politischer Führer. Infolgedessen nehmen verschiedene Formen des Hasses auf der Grundlage von Islamophobie, Antisemitismus und Xenophobie zu.

Ein aktuelles Beispiel ist der Verlust von 50 unschuldigen Menschenleben durch den rassistisch motivierten Terroranschlag in Neuseeland. Während die meisten der führenden Politiker der Welt den Angriff zu Recht verurteilen, gab es auch Stimmen, die schamlos Muslime und Einwanderer in großem Maßstab beschuldigt haben. Stunden nach den Schießereien in Christchurch veröffentlichte ein australischer Senator, nämlich Fraser Anning, eine Erklärung, in der er die zunehmende muslimische Präsenz für das Geschehene verantwortlich machte.

Leider zeigt dieses Beispiel, dass Hassreden zu einem zunehmenden Bestandteil des politischen Diskurses rund um den Globus geworden sind. Verurteilungen sind in der Regel unwirksam und unzureichend, es sei denn, sie werden von entschlossenen Maßnahmen begleitet. Politiker haben bestimmte Verpflichtungen; dabei vor allem auf die Verwendung von Hassreden und diskriminierenden Sprachen zu verzichten.

Leider stellen wir fest, dass das sich rasch verändernde politische Klima in Europa für Rechtsextreme von Tag zu Tag angenehmer wird. Wenn wir weiterhin die Augen vor rassistischen Diskursen verschließen, auch unter dem Dach europäischer internationaler Organisationen wie PACE, bin ich fest davon überzeugt, dass wir den Frieden und die Einheit unseres Kontinents aufs Spiel setzen werden.

Ich möchte der Berichterstatterin Frau Elvira Kovacs meinen Dank dafür aussprechen, dass sie es uns ermöglicht hat, dieses wichtige Thema zu diskutieren. Ich danke auch Herrn Goran Beus Richembergh, denn sein Bericht belohnt und betont auch wichtige Themen wie Hass und Intoleranz im heutigen Europa und in der Welt des Sports.

Ich danke Ihnen für Ihre Aufmerksamkeit.

My speech at the Parliamentary Assembly of the Council of Europe on the role and responsibilities of political leaders in combating hate speech and intolerance

Dear President,
Dear Colleagues,

I am pleased that this topic of utmost importance is being attentively discussed at this pan-European platform. I firmly believe that our debate would pave the way for an enhanced awareness regarding prevention of hate speech by political leaders.

Even though Article 10 of the European Convention on Human Rights guarantees the fact that everyone has the right to freedom of expression, it is clear that this cannot be abused by nationalist and xenophobic movements. Besides, this right cannot be claimed by politicians to justify hate speech and intolerance towards a person or a group of persons. Nowadays, it is very obvious that hate speech provokes radicalization, discrimination and stigmatization. Extremists, for instance, justify their actions on the basis of speeches of far-right or racist political leaders. As a consequence, various forms of hatred based on Islamophobia, Anti-Semitism and racial hatred are on the rise.

A recent example is the loss of 50 innocent lives in the terrorist attack in New Zealand. While most of the world leaders rightfully condemn the attack, there are also voices heard shamelessly blaming Muslims and immigrants in large scale. Hours after the shootings in Christchurch, an Australian senator, namely Fraser Anning, released a statement blaming the increasing Muslim presence for what had happened. Unfortunately, this example demonstrates that hate speech has become an essential part of the political discourse around the globe. Condemnations are usually ineffective and insufficient unless they are followed by determined actions. Politicians have certain obligations to abstain from using hate speech and discriminatory language.

Sadly, we observe that the rapidly changing political climate in Europe is getting day by day more convenient for right-wing extremists. If we keep on turning a blind eye to racist discourse, also under the roof of European international organizations including PACE, I am firmly convinced that we will put at risk the peace and unity of our continent.

I want to express my gratitude to the rapporteur for enabling us to discuss this crucial issue. I also thank Mr Goran Beus Richembergh since his report is also rewarding and emphasising important issues like hatred and intolerance in today’s Europe and the world of sport.

Türkiye-Almanya arasında sağlık kurumlarınca verilen T/A 11 belgesiyle ilgili yeni düzenleme hakkında bilgilendirme

Almanya’da ikamet eden vatandaşlarımız Türkiye’de geçici olarak bulundukları sürede sağlık hizmetlerinden sigortalı olarak yararlanabilmek için beraberlerinde Alman sigorta kurumlarından aldıkları T/A 11 belgesini getiriyorlar. 2018 yılında bu belgelerin Alman sigorta kurumlarınca sadece 6 hafta süreliğine tanzim edilmesiyle Türkiye’de daha uzun kalan vatandaşlarımız sağlık hizmetlerinden sigortalı olarak faydalanamama sorununu yaşadılar. Bunun üzerine geliştirilen çalışmalar neticesinde Türkiye-Almanya İrtibat Kurumları arasında yapılan yeni bir protokolle bu sorun aşıldı. Buna göre, 1 Ocak 2019 tarihinden itibaren geçerli olan yeni düzenlemede vatandaşlarımız açısından önem arz eden noktalar şu şekildedir:

 

  1. Geçmişte sigortalı bir kişiyle ilgili daimi ikamet tespiti yapılırken başvuru tarihinden itibaren son bir yıl içinde kesintili olarak 270 gün boyunca Türkiye’de bulunmuş olan bir kişi, Türkiye’de ikamet ediyor olarak kabul ediliyordu. Yeni düzenleme ile bu kural kaldırıldı.  1 Ocak 2019 itibarıyla kesintisiz olarak 183 gün boyunca Türkiye’de bulunan bir kişinin ikamet yeri Türkiye olarak kabul edilecektir.

 

  1. Türkiye’deki geçici ikamet esnasında Alman kurumlarınca geçmişte 6 hafta süreliğine verilen T/A 11 belgesi de bu doğrultuda Türkiye’ye giriş tarihine göre 183 gün için tahsis edilecektir.

 

  1. 183 günlük sürenin tespitinde Emniyet Genel Müdürlüğü Programı (EGMP) ya da pasaport kayıtları üzerinden takip edilebilen yurda giriş tarihi esas alınacaktır. Yurda giriş tarihi ile formülerdeki sürenin başlangıcının farklı olması durumunda formüler, Alman hastalık kasalarına iade edilerek yurda giriş tarihine göre düzenlenecek yeni bir T/A 11 formülerinin gönderilmesi talep edilecektir.

 

  1. Kesintisiz 183 günden fazla Türkiye’de bulunulması durumunda sağlık yardımı talebi için T/A 20 formülerinin ibrazı gerekmektedir. İlgili formülerin sunulması ya da 183 günden sonraki süre için yeni bir T/A 11 formülerinin ibrazı ile sağlık yardımı karşılanmaya devam edecektir.

 

  1. T/A 11 formülerinin 183 gün düzenlenmesi şartı, Türkiye’den Almanya’ya geçici olarak giden 4/a, 4/b ve 4/c sigortalılarının aile bireyleri ve emekli aylığı alanlar için de geçerli olacaktır. Almanya’ya seyahat amacıyla giden Türk vatandaşları 183 güne kadar T/A 11 formüleri düzenleterek, acil bir durumda Almanya’daki anlaşmalı hastanelerden sağlık hizmeti alabilecek. Tedavi bedeli ise SGK tarafından karşılanacaktır.

 

Mustafa YENEROĞLU

AK Parti İstanbul Milletvekili

Mein Beitrag in der Parlamentarischen Versammlung des Europarates zur ausländischen Finanzierung des Islam in Europa

Sehr geehrter Herr Präsident,

Sehr geehrte Kolleginnen und Kollegen,

Ich danke dem Berichterstatter für die Erstellung eines Berichts zu einem Thema, das von entscheidender Bedeutung ist. Nach den Ausführungen der Berichterstatterin liegt der Zweck des Berichts darin, festzustellen, inwieweit die ausländische Finanzierung des Islam in Europa transparent ist. Ich bin mir nach der Lektüre des Berichts nicht sicher, ob sie den Zweck erfüllt sieht. Dies ist keine Kritik an der Berichterstatterin.

Ich erkenne in den umsichtigen Ausführungen die Mühe der Ausgewogenheit, doch machen wir uns nichts vor; entgegen der guten Absicht wird eine Versachlichung der Debatte durch solche Berichte nicht erreicht werden. Denn sie übergehen die rechtlichen und gesellschaftspolitischen Herausforderungen und mühen sich an den tatsächlichen und vermeintlichen Wirkungen ab. Zunächst einmal halte ich es für problematisch, die Auslandsfinanzierung im negativen Kontext von Radikalisierung zu erörtern. Darüber hinaus müssen die Mitgliedsstaaten sowieso für Transparenz sorgen. Dabei sind alle Religionsgemeinschaften zu den gleichen Transparenzpflichten verpflichtet, die Muslime weder zu mehr noch zu weniger!

Spekulationen, die vorhandene gesetzliche Rahmenbedingungen außer Acht lassen und die Ignoranz, dass bei den meisten im Bericht genannten islamischen Religionsgemeinschaften schon aufgrund ihrer Größe Buchführungspflichten selbstverständlich sind, nähren erst Recht Verdächtigungen und Ängste, nicht nur bei den Mehrheitsbevölkerungen, worauf meistens fokussiert wird, sondern viel eher und in zunehmendem Maße unter Muslimen. Denn es bleibt nicht nur bei Verdächtigungen ihnen gegenüber, sondern sie sind in zunehmendem Maße islamfeindlichen Angriffen ausgesetzt.

Meiner Meinung nach fehlt es im Bericht vor allem an der Erörterung der Frage, ob manche Außenfinanzierung auch nicht daran liegen könnte, dass Muslime entgegen den Verfassungsvorgaben in den meisten europäischen Staaten mit den christlichen und jüdischen Glaubensgemeinschaften eben nicht gleichberechtigt sind und somit praktisch von korporativen Rechten ausgeschlossen sind. In den meisten europäischen Staaten fließen die Steuergelder von Muslimen mittelbar an die christlichen Religionsgemeinschaften, während den muslimischen Gemeinden z.B. in Deutschland sogar das Selbstverständnis als Religionsgemeinschaften versagt werden, also auch Eigenfinanzierungsmöglichkeiten sehr eingeschränkt sind, weil oftmals ihnen der innewohnende Status verweigert wird.

Auch das im Bericht genannte Islamgesetz in Österreich ist in Teilen verfassungswidrig. Ich hätte mir gewünscht, dass im Bericht gerade am Islamgesetz deutlich gemacht wird, dass dieses Gesetz auf Verdächtigungen gegenüber Muslimen beruht und im Vergleich zum Regelwerk bei anderen Religionsgemeinschaften äußerst diskriminierend ist.

Vor allem möchte ich die im Bericht unter Randnummer 103, 104 und 105 genannten Feststellungen der Venedig-Kommission unterstreichen. Letztlich bedeutet dies, dass die Diskussion hier falsch angesetzt ist. Eine eventuelle Auslandsfinanzierung ist nicht das eigentliche Problem, vor allem ist sie in den meisten Fällen nicht Ursache, sondern Wirkung der verweigerten Gleichberechtigung und Gleichstellung der islamischen Religionsgemeinschaften mit denen der christlichen und jüdischen Glaubensgemeinschaften.

Volle Gleichstellung wird die Auslandsfinanzierung obsolet machen. Unabhängig davon bleibt die rechtlich verbürgte Autonomie der Religionsgemeinschaften, Spenden zu erhalten, auch aus dem Ausland. Darüber hinaus hat die venezianische Kommission vor kurzem das Recht auf die Finanzierung religiöser Organisationen durch “ihre geistlichen Zentren außerhalb des Territoriums” bekräftigt.

Wir brauchen also keine neuen Rezepte. Wir müssen vorhandene und bewährte Prinzipien gleichberechtigt auch auf die islamischen Gemeinschaften anwenden. Gerade dann werden wir die Beheimatung des Islams in Europa stärken und brauchen uns viele der dem Bericht zugrundeliegenden Sorgen nicht zu machen.

Danke, dass sie zugehört haben.

My contribution to the Parliamentary Assembly of the Council of Europe on the regulation of foreign funding of Islam in Europe

Dear President,

Dear Colleagues,

I thank the rapporteur for producing a report on a subject of crucial importance. According to the rapporteur, the purpose of the report is to determine to what extent the foreign financing of Islam in Europe is transparent. Having read the report, I am not sure whether it fulfils its purpose. This is not a criticism of the rapporteur.

In the prudent explanations I clearly see the effort of balance, but let’s not deceive ourselves; contrary to the good intent, such reports will not make the debate more factual and objective, since they ignore the legal and socio-political challenges and struggle with the actual and supposed effects. First of all, I find it problematic to discuss foreign financing in the negative context of radicalisation. Member States must in any case ensure transparency. Hence, all religious communities are obliged to the same transparency obligations, the Muslims neither to more nor to less!

Speculations that disregard existing legal framework and the ignorance that by most of the Islamic religious communities mentioned in the report accounting duties are natural due to their size, all the more nourish suspicions and fears, not only among the majority populations, on which is mostly focused, but much rather and increasingly among Muslims. For it is not only suspicions of them that remain, but they are increasingly exposed to Islamophobic attacks.

In my opinion, the report lacks above all a discussion on the question whether some external funding might not exist due to the fact that, contrary to constitutional requirements in most European states, Muslims are not equal to the Christian and Jewish religious communities and are therefore practically excluded from corporate rights. In most European states the tax money of Muslims flows indirectly to the Christian religious communities, while the Muslim communities in Germany, for example, are even denied the self-conception as religious communities, so that self-financing possibilities are also very limited because they are often denied the inherent status.

The Islamic law in Austria mentioned in the report is also partly unconstitutional. I would have liked the report to have made it clear that particularly this Act is based on suspicions of Muslims and that it is extremely discriminatory in comparison with other religious communities.

Above all, I would like to emphasise the findings of the Venice Commission mentioned in paragraphs 103, 104 and 105 of the report. Ultimately, this means that the discussion here is wrong. Foreign funding is not the actual problem; above all, in most cases it is not the cause but the effect of the denial of equality and equality of Islamic religious communities with those of Christian and Jewish religious communities.

Full equality will make foreign financing obsolete. Irrespective of this, the legally guaranteed autonomy of religious communities to receive donations remains, even from abroad. In addition, the Venetian Commission has recently confirmed the right to finance religious organisations through “their spiritual centres outside the territory”.

So we do not need new recipes. We must apply existing and proven principles equally to Islamic communities. It is precisely then that we will be strengthening the belonging of Islam in Europe and need not worry about many of the issues underlying the report.

Thank you for listening.

 

Yabancı mahkemeler tarafından verilen boşanma kararlarının Türkiye’de tescili

Yabancı mahkemeler tarafından verilen boşanma kararlarının Türkiye’de ayrı bir dava açmaya gerek kalmaksızın tescil edilebilmesi için yapılan kanuni düzenlemenin ardından ihtiyaç olan yönetmelik de yayımlanmıştı. Yönetmeliğin ilgili maddesince, Türk mahkemelerinde kararla ilgili devam eden bir dava yahut tanımanın Türk mahkemelerince daha önce reddedildiğine ilişkin bir kararın bulunmadığı yönünde belgenin verilmesi gerekmektedir.

Bu belgenin tanzim edilebilmesi için ilgili Bakanlıklarımızca yürütülen teknik alt yapı çalışmalarının henüz tamamlanamaması ve dolayısıyla tescil işlemlerinin yapılamaması nedeniyle vatandaşlarımızdan sorunu aşmaya yönelik ivedi çözüm talepleri gelmektedir.

İçişleri, Adalet ve Dışişleri Bakanlıklarımız vatandaşlarımızın mağdur olmaması için konuyla ilgili yeni bir karar almıştır. Buna göre, başvuruda bulunan tarafların, boşanma davalarıyla ilgili Türk mahkemelerinde devam eden veya daha önce reddedilen bir davanın bulunmadığını yazılı olarak beyan etmeleri yeterli olacaktır.  İlgili başkonsolosluğumuza yapılan başvurularda; başvuru formu ve ekleriyle birlikte tarafların yazılı beyanlarının da yer alması gerekmektedir.

Konsolosluklar tarafından kabul edilen başvurular, Ankara İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüğüne gönderilecek ve bu il müdürlüğünde oluşturulan komisyon başvuruyu inceleyip karara bağlayacaktır. Alınan kararın aile kütüğüne tescil edilmesiyle boşanma işlemi yapılmış olacaktır.

Söz konusu işlemler 15 Ekim 2018 tarihi itibarıyla dış temsilciliklerimizde yapılmaya başlanacaktır.

Mağduriyetlerin giderilmesi ve artmaması maksadıyla alınan bu karar için İçişleri, Adalet ve Dışişleri Bakanlıklarımıza teşekkür ediyorum.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

Mustafa YENEROĞLU

AK Parti İstanbul Milletvekili

DÖVİZLE ASKERLİKLE İLGİLİ YENİ DÜZENLEME RESMİ GAZETE’DE YAYIMLANARAK YÜRÜRLÜĞE GİRDİ

Dövizle askerlik düzenlemesini de içeren torba kanun Resmi Gazete’de yayımlandı. Böylelikle yeni uygulama dönemi başlamış oldu. Yeni düzenlemeyle birlikte dövizle askerlik uygulaması şu şekilde olacaktır:

Yurt dışında yaşayan ve askerlik yükümlüsü olan bir Türk vatandaşı yükümlülük yaşına (20) girdiğinde; askerliğini 38 yaşına kadar erteletme hakkına sahiptir. Bununla birlikte oturma veya çalışma iznine sahip olarak işçi, işveren sıfatıyla veya bir meslek ya da sanatı icra ederek, en az üç yıl süre ile fiilen yabancı ülkelerde bulunma şartlarını taşıyan kişiler 2 bin Avro ödeyerek ve Milli Savunma Bakanlığınca belirlenecek uzaktan eğitimi alarak askerlik hizmetini yapmış sayılır.

Yukarıda ifade edildiği gibi erteleme bakımından son yaş 38’dir. Bu yaştan sonra askerlik hizmetini yerine getirmemiş olanlar bakaya kalırlar. Bu kişiler de, yeni düzenlemenin verdiği imkân doğrultusunda, 38 yaş sonrasında da gerekli başvuruyu yaparak 2 bin Avro olan dövizle askerlik bedelini ödemeleri ve Milli Savunma Bakanlığınca belirlenecek uzaktan eğitimi almaları hâlinde muvazzaf askerlik hizmetini yerine getirmiş sayılırlar.

DÖVİZLE ASKERLİK HİZMETİ UYGULAMASINA İLİŞKİN DÜZENLEMELER  

Kamuoyunda gündeme geldiği gibi Meclis’te kabul edilen torba yasayla birlikte dövizle askerlik uygulamasında değişiklikler olmuştur. Söz konusu yenilikler şu maddeleri içermektedir:

TBMM’de kabul edilen yasayla yurt dışında yaşayan vatandaşlarımıza tanınan dövizle askerlik yapma hakkındaki 38 yaş sınırı kaldırılmış oldu. Daha önceki düzenlemede her hangi bir sebeple 38 yaşını tamamlayana kadar dövizle askerlik hizmetine başvuramayanlar, bu yaştan itibaren dövizle askerlik hakkını kaybediyor ve muvazzaf askerlik hizmetini yerine getirmek zorunda kalıyordu. Yeni düzenlemeyle, yurt dışında yaşayan bütün vatandaşlarımız 38 yaş sınırına takılmadan gerekli bedeli ödemek suretiyle askerlik hizmetini yerine getirebilecekler.

Yeni düzenlemede dövizle askerlik bedeli 2 bin Avro olmuştur. Yeni düzenlemelerin uygulamaya geçmesiyle beraber dövizle askerlik hizmetinden yararlanmak isteyen vatandaşlarımız konsolosluklara başvuru yapabilecekler. Ayrıca askerliğini ertelemek isteyenler, 5 Avro karşılığında konsolosluklarda yaptıracakları işlem ile askerlik süresini erteleyebilecekler.

Bir diğer yenilik de Milli Savunma Bakanlığımızca verilecek uzaktan eğitimi alma şartıdır. Belirlenecek usul ve esaslar çerçevesinde verilecek bu eğitimin alınması hususunda, yurt dışındaki yükümlülere mümkün mertebe kolaylık sağlanacaktır.

Askerlikle yükümlü olan ve bu koşulları yerine getiren vatandaşlarımız muvazzaf askerlik görevini yerine getirmiş olacaktır.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur!