Yeneroğlu: ‘Türkiye, Avrupa’daki İslamofobiye çanak tutacak bir politikasızlığa sahip’ (Serbestiyet – Röportaj)

Mustafa Yeneroğlu, DEVA Partisi İstanbul Milletvekili. Onu Türkiye’deki siyasi tartışmalarda, özellikle hukuk ve insan hakları konularında aldığı cesur ve sert çıkışlarıyla tanıyoruz. Yeneroğlu 2015 yılına kadar, 3 yaşındayken gittiği Almanya’da yaşıyordu. Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın önde gelen isimlerinden biriydi. O yüzden bu kez onunla Türkiye’nin sıcak gündemini değil, son bir ayda Fransa ve Avusturya’da yaşanan terör saldırılarından sonra Avrupa’da Müslümanların aleyhine değişen havayı konuştuk.

Bir öğretmenin boğazını kesmek, kilisede dua eden 70 yaşında bir kadının boğazını kesmek… Türkiye’de daha çok bu olaylardan sonra verilen tepkiler, açıklamalar öne çıkartılıyor; ‘Avrupa’da İslamofobi yükseliyor’ deniyor. Bu olaylar karşısında yeterince empati yapabiliyor muyuz?

Her birisi başlı başına çok geniş kompleksli olaylar. Bunu öncelikle belirtmek istiyorum. Elbette Avrupa’da, İslamofobi olarak da adlandırabiliriz, fakat aslında İslamofobi olarak adlandırılmasının da sorunlu olduğu bir süreçle karşı karşıyayız. Bu süreç, yeni bir süreç değil. Çok uzun zamandan beri devam eden, aşırı sağ ve İslam düşmanlığını toplum nezdinde popülerleştiren hareketlerin büyümesiyle ortaya çıkan, özellikle 11 Eylül terör hadiseleri sonrasında daha da büyüyen bir durumla karşı karşıyayız. 11 Eylül terör hadiseleri öncesinde Müslümanlar Avrupa’nın farklı ülkelerinde o ülkelerin kendi göç tarihinden de hareketle ülkedeki din-devlet ilişkilerini farklı şekillerde tartışıyordu.

11 Eylül terör hadiseleri sonrası Avrupa’da da gerçekleşen terör eylemleri, Müslümanlara karşı bir korku ikliminin oluşmasına sebep oldu. Bunu göz ardı edemeyiz. Bu korku ikliminde, basının da bunları genelleştirerek bütün Müslümanlara mal etmesiyle Müslümanlara karşı gün geçtikçe artan önyargılar, kuşkular ve endişeler belirdi.

Bu endişeler merkez sağ partiler tarafından, aşırı sağ partilerin daha fazla güçlenmemesi için söylemsel olarak sahiplenildi. Ve sahiplenildikçe popülerleşti. Popülerleştikçe meşruiyet kazandı.

Artık bu söylemlerden kaçınılması mümkün değil. Son 15-20 yılda Avrupa’da zaten akademik çalışmalar net bir şekilde ortaya koymakta ki, Müslümanlara karşı önyargılar artık toplumsal düzlemde çok güçlü bir şekilde yer edinmiş durumda. Batı Avrupa ülkelerinde büyük toplum kesimleri Müslümanlarla birlikte yaşamaktan imtina ediyor, tereddüt ediyor, endişe duyuyor.

Ama ilginç olan şu; İslam düşmanlığının en çok olduğu bölgeler, Müslümanların neredeyse hiç yaşamadığı yerler. Doğu Almanya örneğin, Müslümanların çok az yaşadığı bir bölge. Ama orada İslam düşmanlığı Batı’dan daha fazla.

Peki neden kaynaklanıyor bu?

İslam dünyasında son 10 yılda ortaya çıkan gelişmelerin, genellemelerle bütün Müslümanlara mal edilmesi yüzünden.

11 Eylül terör hadiseleri sonrası Batı Avrupa ülkelerinde öyle bir ortam gelişti ki, “Artık önleyici tedbirler almamız gerekir” anlayışı ile, suçlular ile mücadele etmek yerine “Nerede suç oluşabiliyorsa o ortamlarla mücadele edelim” anlayışı ortaya çıktı.

Şiddet eğilimli kişilerin o sosyalizasyonu edindiği ortamlara odaklanmak yerine, önleyici tedbirler o kadar öne çekildi ki, dindar bir yaşam biçimi içerisinde olan insanlara kadar uzatıldı. Örneğin camiler, tehdit oluşturabilecek ortamlar olarak tespit edildi, düşünüldü.

Camiler içerisindeki dindar insanlar da hedef olarak belirlendi. Örneğin dediler ki, İslamcılıkla mücadele ediyoruz, siyasal İslam ile mücadele ediyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde kimsenin alnında İslamcı ya da siyasal İslamcı diye yazmıyor. Öyle bir etiket yok. Kimse kendini de bu şekilde tanımlamıyor. Böyle bir tanım da zaten özgürlükçü hukuk devletinde ciddi anlamda sorunlu. Çünkü özgürlükçü hukuk devleti zihinlerle mücadeleyi bu şekilde ceza hukukunun yöntemleri ile yapmaz, polisiye önlemlerle yapmaz. Ama Batı Avrupa ülkelerinde bunlar o kadar popülerleştirildi ki, genel toplum da Müslümanlara karşı ön yargılarını büyüttü. Büyüttükçe de aşırı sağın ya da ırkçı partilerin ölçüsüz talepleri zamanla merkez sağ partiler hatta sol partiler tarafından benimsenmeye başladı. Ama bunların hepsi çıkmaz sokak. Şunu net olarak görüyoruz, Batı Avrupa ülkelerinde şiddet olaylarına karışan hiç kimse, istisnasız hiç kimse, normal dini tedrisat görerek radikalize olan tipler değil. İstisnasız bir şekilde Batı Avrupa’da terör eylemlerine karışan herkes, istisnasız herkes, normal camilerde, özellikle Türkiyeli Müslümanların yoğun olduğu camilerde radikalleşmiyorlar. Böyle bir örnek yok. Yüzlerce kişi arasında böyle bir örnek yok. Bunların hepsi, şiddeti araç olarak kabul edip meşru olarak gören modern selefi ortamlarda yetişiyor. Çok net olarak bunu söylemek gerekiyor. Dolayısıyla burada sorunsallaştırılması gereken İslam’ın bütünü, Müslümanların geneli değil, şiddeti meşru ve araç olarak gören kişilerdir. Aksi takdirde örneğin Fransız ırkçıları ile mücadele ettiğiniz zaman bütün Fransa ile mücadele etmek gerekir. Mümkün mü bu? Bunu kimse kabul etmez. Almanya’da Alman ırkçılarla mücadele ettiğiniz zaman bütün Almanlarla mücadele etmek gibi bir önlem kimsenin aklının ucundan geçmez. Ama söz konusu Müslümanlar olunca maalesef böyle bakılmıyor.

Son Avusturya örneğine bakalım, oradaki genç zaten IŞİD terör örgütüne katılmış, Suriye’ye giderken Türkiye’de yakalanmış, Türkiye bu kişiyi tekrar Avusturya’ya geri göndermiş ve orada 22 aylık hapis cezası almış terör örgütü üyeliğinden dolayı. Sonra cezaevinde ıslah programlarına katılmış. Bu ıslah programları içerisinde kendisinin artık radikal bir zihin dünyasına sahip olmadığı fikri ortaya çıkmış. Demek ki yanıltmış oradaki uzmanları, bunun üzerine 7 ay sonra cezaevinden çıkmış ve bu eylemi gerçekleştirmiş.

Fransa’daki örneğe bakalım, Nice’teki eylemi birkaç gün önce ülkeye giren genç bir Tunuslu gerçekleştiriyor. Tüm bu olaylarda şunu net bir şekilde görüyoruz ki, bu eylemleri gerçekleştiren insanlar geçmişte her türlü suçu işlemiş kişiler, yoksa İslami yaşam biçimi ile bilinen insanlar değil. Bunların ortak özellikleri perspektifsizlik, hayatın içinde yer bulamama, şiddet kültürü içerisinde yetişme… Bu ortamda nefret tellalları dediğimiz şiddeti tasvip eden selefi örgütlerin internet üzerinden radikalleştirdiği tipler.

Daha ilginç bir şey söyleyeyim, bu insanların çoğu zaten ilgili ülkelerde polislerin ve istihbarat örgütlerinin kayıtlarına girmiş kişiler. Örneklerin büyük çoğunluğunda bu kişiler zaten “tehdit oluşturan” şeklinde tanımlanmış ve istihbarat örgütlerinin de takibinde olan kişiler. Bilinmeyen insanlar değiller yani. Temel problem, bir hukuk devleti bunlarla nasıl mücadele edecek? Maalesef ki çok küçük bir azınlık, Müslümanların tamamına mal edilerek Müslümanların tamamı ötekileştirilebiliyor. Zaten IŞİD gibi terör örgütlerinin hedefi de bu. Avrupa’daki Müslümanların ötekileştirilmesini sağlayarak çatışmayı artırmak.

Vahşeti yapanlar ile Müslümanları ayırmak gerektiğini söylediniz haklı olarak. Fakat şöyle bir durum da var, biz Türkiye’de 2-3 hafta boyunca oradaki vahşeti değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron arasındaki tartışmayı konuştuk. Bu tartışma da çok sert bir üslupla gerçekleşiyor. Bu olaylar yaşanırken, kurduğu bir dernek radikal İslamcı oluşumlarla bağlantı halinde olduğu gerekçesiyle kapatılan Müslüman bir Fransız vatandaşı, Türkiye’den siyasi sığınma talebinde bulundu Twitter üzerinden. İçişleri Bakanlığı’na bağlı olan Göç İdaresi Başkanlığı da resmi Twitter hesabından bu çağrıya cevap yazarak tabiri caizse “yol gösterdi.” Tüm bu parçaları bir araya getirdiğimizde, siz nasıl bir tablo görüyor, bu olayları nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklamaları ve açıklamalarındaki üslubu Avrupa’daki Müslümanlara ve Türklere fayda mı sağlıyor yoksa bu söylemler oradaki insanlarımıza uzun vadede zarar mı veriyor?

Bu da çok boyutlu bir mesele. Fransa’da tahminen 7 milyonun üzerinde Müslüman yaşıyor. Bu konu ile ilgili resmi bir istatistik yok, çünkü Fransa resmi istatistiklerde kişilerin dini inançlarını vs. veri olarak toplamıyor. 670 bin civarında da Türkiye’den göç edip Fransa’da yaşayanlar bulunuyor. Yani bizim Fransa’da hassasiyetle takip etmemiz gereken çok ciddi bir kitle mevcut. Batı Avrupa ülkelerinde en fazla Müslümanın yaşadığı ülkelerin başında Fransa geliyor. Fransa’dan sonra İngiltere, sonra Almanya geliyor. Öncelikle bu tabloyu dikkate almamız lazım.

Fransa’da Müslümanlar uzun zamandır maalesef ki aşırı sağın yükselmesi ile daha çok önyargıya ve ötekileştirmeye maruz kalıyorlar.

Doğru bir analiz yapabilmek için, Fransa’da şiddeti tasvip eden ve uygulayabilecek 8 binden fazla kişinin mevcut olduğu biliniyor. Bu kişilerin çok önemli bir bölümü, Fransa’da radikalleşmiş tipler. Yurtdışında radikalleşerek Fransa’ya eylem yapmaya gelmiş kişiler değil. Fransa’nın elitist tavrı ve Müslümanları ötekileştiren uygulamaları sebebiyle bu kişiler ortaya çıkıyor. Bütün selefi yapılar şiddeti tasvip etmiyor fakat şiddeti tasvip eden selefi ortamlarda, veyahut basit suçlardan ya da adi suçlardan girdikleri Fransa cezaevlerinde radikalleşen çok ciddi sayıda genç var. Fransa’dan son yıllarda Suriye’ye gelip, Suriye’de savaş tecrübesi edinen, orada savaş suçları işleyip tekrar ülkeye geri dönenler var. Sadece Avusturya’da bile bakın, son üç yılda bir şekilde Suriye’ye gidip orada savaşmış 330 kişi var ve bunların yaklaşık 70’i şu anda Avusturya’da yaşıyor. Fransa’da bu rakam iki binin üzerinde. Dolayısıyla, oradaki devletin Müslümanlara yönelik tutumunu değerlendirirken bunları da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Diğer taraftan da Fransa zaten Frankofon bir anlayış içerisinde, Müslümanlara kendi dünya görüşünü empoze etmeye çalışıyor. Bu, yıllardan beri devam eden bir süreç. Fransa’daki laiklik uygulaması, özellikle Müslümanları sosyal hayattan dışlamaya yönelik, siyasal söylem ve baskılarla yürüyen bir süreç. Bunları da not etmek gerekiyor. Fransa’da sivil toplum, aynı zamanda çoğulcu toplumun mücadelesini vermeye çalışıyor. Özellikle Fransa’nın baskısına maruz kalan Müslümanların da içerisinde bulunduğu insan hakları kuruluşları da bu mücadele içerisinde devamlı Fransız idaresinin dışlamasıyla karşı karşıya kalabiliyor. Bugün, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Fransa’daki camileri banka hesabı açamıyor, Türkiye’den artık imam gidemiyor. Fransız İslamı adı verilen ama ne olduğu bilinmeyen ve içi doldurulamayan, aslında laik bir devletin de kendisine yasakladığı bir alana girmesiyle karşı karşıyayız. Bu da önyargıları besliyor elbette. Müslümanların da Fransız toplumunda aidiyet bilincini zedeliyor. Ama bunların hiçbirisi, Fransa’da gerçekleşen terör olayları ile yakından uzaktan alakalı değil. Fransa’da sağlıklı bir din tedrisatı edinmiş, özellikle Türkiyeli Müslümanların ortamında bulunmuş hiçbir kişinin herhangi bir terör hadisesine karıştığına dair en ufak bir bulgu söz konusu değil. Maalesef ki Fransa, bir hukuk devletine yakışmayacak şekilde bunları genelleştirerek Müslümanların tamamını sorunsallaştıran bir politika takip ediyor.

Fransa’da Charlie Hebdo’yu devletin sahiplenmesi şeklindeki bir yaklaşımı kabullenmemiz elbette ki mümkün değil. Elbette orada hem bu derginin yayınları olsun, hem de Fransa devletinin bu yayınları sahiplenen tavrı olsun, bunları eleştirmek mümkün. Fakat bunları yaparken, orada selefi akımlar içerisinde yetişmiş, çok tartışmalı fikirlere sahip olan ve şiddeti kutsadığına dair endişeler olan insanların Türkiye tarafından iltica taleplerine olumlu cevap veriliyor gibi bir yaklaşım, Türkiye’yi uluslararası camiada çok daha büyük sorunlarla karşı karşıya bırakmaya müsait bir gelişmedir. Elbette ki yukarıdan talimatla yapılmıştır, yoksa kimsenin Twitter üzerinden iltica başvurusunda bulunup da buna Twitter’dan cevap verildiği bir vaka örneği yoktur. Bu popülizmin, kendince “Macron’a cevap yetiştiriyorum”, “Fransa’da baskı altındaki Müslümanların yardımına koşuyorum” şeklindeki yaklaşım biçiminin Fransa’da da bir karşılığı yok. Bu kişi Fransa’da, devlet tarafından kendisine yönelen bir tehditle kendi temel haklarını tehdit eden bir yaklaşım biçimi ile karşı karşıyaysa o zaman bunu değerlendirirsiniz. Ama devlete yakışan bir yaklaşım ile değerlendirirsiniz. Yoksa Fransa’da Türkiye’nin şiddeti tasvip eden, kuşkulu fikirleri olan selefi akımlara kapı açması gibi bir görüntü ortaya koyması Fransa’daki özellikle Türkiyeli Müslümanlara yönelik baskının da artmasına sebep olur. Fransa gibi 670 bin vatandaşınızın yaşadığı ülkeler ile ilgili konuşurken, kullandığınız dile dikkat etmek zorundasınız. Daha ölçülü, daha nitelikli, daha nesnel bir dil kullanmak durumundasınız.

Mesela Fransa’ya boykot uyguluyorsunuz. Bir kere biz Fransa ile dış ticaretimize baktığımızda, dış ticaret artımızın olduğu nadir ülkelerden birisi. Diğer taraftan ülkemizde Fransız şirketleri için mal üreten on binlerce insan var. Bu şirketlerde çalışan on binlerce insan var. Bunun bedelini bu insanlar ödeyecek. Fransa mallarına boykot uygulayacaksınız, peki Fransa’da yaşayan 670 bin Türk ne yapacak? Böyle bir yaklaşım olabilir mi? Bunlar üç gün sonrası, üç saat sonrası hatta üç dakika sonrası düşünülmeyen, laf olsun diye ortaya konan, Türkiye’nin itibarını ciddi manada zedeleyen yaklaşım biçimleridir. Bir kere bu yaklaşım biçimlerinden kaçınılması lazım.

Bu noktada size şunu sormak istiyorum: Fransa’daki laiklik uygulamasından bahsettik. Sizin uzun yıllar yaşadığınız Almanya’da laiklik uygulaması daha yumuşak, dolayısıyla İslam’ın kamusal alandaki görünürlüğüne direnç Fransa’da çok daha yüksek. Bu gidişat Almanya’nın İslam’a karşı daha sert bir tutum geliştirmesine, onun Fransa’ya benzemesine yol açabilir mi?

Şimdi tabii Fransa’nın din-devlet ilişkileri çok farklı. Almanya’da devletin tüm dini cemaatlere eşit mesafede olma zorunluluğu var. Anayasada bu tanımlanıyor. Müslümanlara yönelik yasama, yargı nezdinde ciddi bir problem yok fakat uygulamada demin bahsettiğim çoğunluk toplumsal şartlara entegre edilmediği için bazı problemler yaşanıyor. Almanya’da çoğulcu toplum modeli kabullenilmiş durumda. Fakat bunun gerekleri konusunda ciddi eksiklikler var. Örneğin Müslümanların ya da diğer azınlıkların kamu kurumlarında temsili çok zayıf, polis teşkilatında çok zayıf, medyada temsili çok zayıf, yasamada ve yürütmede temsili çok zayıf. Bu da uygulamada birçok haksızlığı ve eşitsizliği beraberinde getiriyor. Bunlar devamlı olarak da Almanya’da tartışılıyor. Almanya’da her birkaç ayda bir terör olayları meydana geliyor. Bu da doğal olarak yerel toplumun endişelerinin artmasına sebep oluyor. Önyargılar artıyor.

Almanya’da din-devlet ilişkileri bağlamında, Müslümanların bireysel din özgürlükleri konusunda ciddi problemler yok, eksiklikler ve noksanlıklar var fakat bunun mücadelesi verilebiliyor. Ama kurumsal din özgürlüğü konusunda, Müslümanların grup hakları kabul edilmiyor. Kamu tüzel kişiliği olsun, camilerin statüsü olsun, Müslümanların kendi içlerindeki organizasyonlarındaki otonom statüleri olsun bu noktalarda birçok problem var. Bu problemlerin aşılması için Müslüman toplum bir çaba içerisinde. Ama yerel toplumun çoğunlukçu yaklaşımları bu sorunları azaltmıyor, artırıyor. Avusturya’da mesela 11 Eylül’den sonra yükselen aşırı sağ ile Müslümanlara karşı önyargılar ve ötekileştirmeler arttı.

Türkiye, Avrupa’daki İslamofobi ile mücadele ediyormuş gibi davranıyor fakat uygulamada öyle değil. Uygulamada tam olarak oradaki İslamofobiyi artıracak, buna çanak tutacak söylemler ve politikasızlığa sahibiz. Bu da, orada yaşayan vatandaşlarımızı ve hatta tüm Müslümanları günden günde daha zor durumda bırakıyor. Bunun tamamıyla gözden geçirilmesi gerekiyor. Yurtdışındaki vatandaşlarımıza yönelik kuşatıcı, gerçekçi bir siyaset ortaya konulması gerekiyor.

Röportajı Serbestiyet’in sitesinde okumak için lütfen tıklayın.

Türkiye-Almanya arasında sağlık kurumlarınca verilen T/A 11 belgesiyle ilgili yeni düzenleme hakkında bilgilendirme

Almanya’da ikamet eden vatandaşlarımız Türkiye’de geçici olarak bulundukları sürede sağlık hizmetlerinden sigortalı olarak yararlanabilmek için beraberlerinde Alman sigorta kurumlarından aldıkları T/A 11 belgesini getiriyorlar. 2018 yılında bu belgelerin Alman sigorta kurumlarınca sadece 6 hafta süreliğine tanzim edilmesiyle Türkiye’de daha uzun kalan vatandaşlarımız sağlık hizmetlerinden sigortalı olarak faydalanamama sorununu yaşadılar. Bunun üzerine geliştirilen çalışmalar neticesinde Türkiye-Almanya İrtibat Kurumları arasında yapılan yeni bir protokolle bu sorun aşıldı. Buna göre, 1 Ocak 2019 tarihinden itibaren geçerli olan yeni düzenlemede vatandaşlarımız açısından önem arz eden noktalar şu şekildedir:

 

  1. Geçmişte sigortalı bir kişiyle ilgili daimi ikamet tespiti yapılırken başvuru tarihinden itibaren son bir yıl içinde kesintili olarak 270 gün boyunca Türkiye’de bulunmuş olan bir kişi, Türkiye’de ikamet ediyor olarak kabul ediliyordu. Yeni düzenleme ile bu kural kaldırıldı.  1 Ocak 2019 itibarıyla kesintisiz olarak 183 gün boyunca Türkiye’de bulunan bir kişinin ikamet yeri Türkiye olarak kabul edilecektir.

 

  1. Türkiye’deki geçici ikamet esnasında Alman kurumlarınca geçmişte 6 hafta süreliğine verilen T/A 11 belgesi de bu doğrultuda Türkiye’ye giriş tarihine göre 183 gün için tahsis edilecektir.

 

  1. 183 günlük sürenin tespitinde Emniyet Genel Müdürlüğü Programı (EGMP) ya da pasaport kayıtları üzerinden takip edilebilen yurda giriş tarihi esas alınacaktır. Yurda giriş tarihi ile formülerdeki sürenin başlangıcının farklı olması durumunda formüler, Alman hastalık kasalarına iade edilerek yurda giriş tarihine göre düzenlenecek yeni bir T/A 11 formülerinin gönderilmesi talep edilecektir.

 

  1. Kesintisiz 183 günden fazla Türkiye’de bulunulması durumunda sağlık yardımı talebi için T/A 20 formülerinin ibrazı gerekmektedir. İlgili formülerin sunulması ya da 183 günden sonraki süre için yeni bir T/A 11 formülerinin ibrazı ile sağlık yardımı karşılanmaya devam edecektir.

 

  1. T/A 11 formülerinin 183 gün düzenlenmesi şartı, Türkiye’den Almanya’ya geçici olarak giden 4/a, 4/b ve 4/c sigortalılarının aile bireyleri ve emekli aylığı alanlar için de geçerli olacaktır. Almanya’ya seyahat amacıyla giden Türk vatandaşları 183 güne kadar T/A 11 formüleri düzenleterek, acil bir durumda Almanya’daki anlaşmalı hastanelerden sağlık hizmeti alabilecek. Tedavi bedeli ise SGK tarafından karşılanacaktır.

 

Mustafa YENEROĞLU

AK Parti İstanbul Milletvekili

My contribution to the Parliamentary Assembly of the Council of Europe on the regulation of foreign funding of Islam in Europe

Dear President,

Dear Colleagues,

I thank the rapporteur for producing a report on a subject of crucial importance. According to the rapporteur, the purpose of the report is to determine to what extent the foreign financing of Islam in Europe is transparent. Having read the report, I am not sure whether it fulfils its purpose. This is not a criticism of the rapporteur.

In the prudent explanations I clearly see the effort of balance, but let’s not deceive ourselves; contrary to the good intent, such reports will not make the debate more factual and objective, since they ignore the legal and socio-political challenges and struggle with the actual and supposed effects. First of all, I find it problematic to discuss foreign financing in the negative context of radicalisation. Member States must in any case ensure transparency. Hence, all religious communities are obliged to the same transparency obligations, the Muslims neither to more nor to less!

Speculations that disregard existing legal framework and the ignorance that by most of the Islamic religious communities mentioned in the report accounting duties are natural due to their size, all the more nourish suspicions and fears, not only among the majority populations, on which is mostly focused, but much rather and increasingly among Muslims. For it is not only suspicions of them that remain, but they are increasingly exposed to Islamophobic attacks.

In my opinion, the report lacks above all a discussion on the question whether some external funding might not exist due to the fact that, contrary to constitutional requirements in most European states, Muslims are not equal to the Christian and Jewish religious communities and are therefore practically excluded from corporate rights. In most European states the tax money of Muslims flows indirectly to the Christian religious communities, while the Muslim communities in Germany, for example, are even denied the self-conception as religious communities, so that self-financing possibilities are also very limited because they are often denied the inherent status.

The Islamic law in Austria mentioned in the report is also partly unconstitutional. I would have liked the report to have made it clear that particularly this Act is based on suspicions of Muslims and that it is extremely discriminatory in comparison with other religious communities.

Above all, I would like to emphasise the findings of the Venice Commission mentioned in paragraphs 103, 104 and 105 of the report. Ultimately, this means that the discussion here is wrong. Foreign funding is not the actual problem; above all, in most cases it is not the cause but the effect of the denial of equality and equality of Islamic religious communities with those of Christian and Jewish religious communities.

Full equality will make foreign financing obsolete. Irrespective of this, the legally guaranteed autonomy of religious communities to receive donations remains, even from abroad. In addition, the Venetian Commission has recently confirmed the right to finance religious organisations through “their spiritual centres outside the territory”.

So we do not need new recipes. We must apply existing and proven principles equally to Islamic communities. It is precisely then that we will be strengthening the belonging of Islam in Europe and need not worry about many of the issues underlying the report.

Thank you for listening.

 

Yabancı mahkemeler tarafından verilen boşanma kararlarının Türkiye’de tescili

Yabancı mahkemeler tarafından verilen boşanma kararlarının Türkiye’de ayrı bir dava açmaya gerek kalmaksızın tescil edilebilmesi için yapılan kanuni düzenlemenin ardından ihtiyaç olan yönetmelik de yayımlanmıştı. Yönetmeliğin ilgili maddesince, Türk mahkemelerinde kararla ilgili devam eden bir dava yahut tanımanın Türk mahkemelerince daha önce reddedildiğine ilişkin bir kararın bulunmadığı yönünde belgenin verilmesi gerekmektedir.

Bu belgenin tanzim edilebilmesi için ilgili Bakanlıklarımızca yürütülen teknik alt yapı çalışmalarının henüz tamamlanamaması ve dolayısıyla tescil işlemlerinin yapılamaması nedeniyle vatandaşlarımızdan sorunu aşmaya yönelik ivedi çözüm talepleri gelmektedir.

İçişleri, Adalet ve Dışişleri Bakanlıklarımız vatandaşlarımızın mağdur olmaması için konuyla ilgili yeni bir karar almıştır. Buna göre, başvuruda bulunan tarafların, boşanma davalarıyla ilgili Türk mahkemelerinde devam eden veya daha önce reddedilen bir davanın bulunmadığını yazılı olarak beyan etmeleri yeterli olacaktır.  İlgili başkonsolosluğumuza yapılan başvurularda; başvuru formu ve ekleriyle birlikte tarafların yazılı beyanlarının da yer alması gerekmektedir.

Konsolosluklar tarafından kabul edilen başvurular, Ankara İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüğüne gönderilecek ve bu il müdürlüğünde oluşturulan komisyon başvuruyu inceleyip karara bağlayacaktır. Alınan kararın aile kütüğüne tescil edilmesiyle boşanma işlemi yapılmış olacaktır.

Söz konusu işlemler 15 Ekim 2018 tarihi itibarıyla dış temsilciliklerimizde yapılmaya başlanacaktır.

Mağduriyetlerin giderilmesi ve artmaması maksadıyla alınan bu karar için İçişleri, Adalet ve Dışişleri Bakanlıklarımıza teşekkür ediyorum.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

Mustafa YENEROĞLU

AK Parti İstanbul Milletvekili

DÖVİZLE ASKERLİK HİZMETİ UYGULAMASINA İLİŞKİN DÜZENLEMELER  

Kamuoyunda gündeme geldiği gibi Meclis’te kabul edilen torba yasayla birlikte dövizle askerlik uygulamasında değişiklikler olmuştur. Söz konusu yenilikler şu maddeleri içermektedir:

TBMM’de kabul edilen yasayla yurt dışında yaşayan vatandaşlarımıza tanınan dövizle askerlik yapma hakkındaki 38 yaş sınırı kaldırılmış oldu. Daha önceki düzenlemede her hangi bir sebeple 38 yaşını tamamlayana kadar dövizle askerlik hizmetine başvuramayanlar, bu yaştan itibaren dövizle askerlik hakkını kaybediyor ve muvazzaf askerlik hizmetini yerine getirmek zorunda kalıyordu. Yeni düzenlemeyle, yurt dışında yaşayan bütün vatandaşlarımız 38 yaş sınırına takılmadan gerekli bedeli ödemek suretiyle askerlik hizmetini yerine getirebilecekler.

Yeni düzenlemede dövizle askerlik bedeli 2 bin Avro olmuştur. Yeni düzenlemelerin uygulamaya geçmesiyle beraber dövizle askerlik hizmetinden yararlanmak isteyen vatandaşlarımız konsolosluklara başvuru yapabilecekler. Ayrıca askerliğini ertelemek isteyenler, 5 Avro karşılığında konsolosluklarda yaptıracakları işlem ile askerlik süresini erteleyebilecekler.

Bir diğer yenilik de Milli Savunma Bakanlığımızca verilecek uzaktan eğitimi alma şartıdır. Belirlenecek usul ve esaslar çerçevesinde verilecek bu eğitimin alınması hususunda, yurt dışındaki yükümlülere mümkün mertebe kolaylık sağlanacaktır.

Askerlikle yükümlü olan ve bu koşulları yerine getiren vatandaşlarımız muvazzaf askerlik görevini yerine getirmiş olacaktır.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur!

My speech in the Parliamentary Assembly of the Council of Europe on the closure of mosques in Austria

Dear President,

Dear Colleagues,

I would like to talk about an alarming development in Austria. As Turkey, we regret the decision announced by Austrian Chancellor that our religious officials who are sent by our country to serve under the Turkish Islamic Union in Austria (ATIB) will not be granted residence permits and that seven mosques, including one that belongs to the Turkish community, will be closed.

The closure of mosques and the deportation of religious officials due to trivial excuses is a consequence of the Islamophobic, racist and discriminatory populist wave currently dominating Austrian politics. It is highly regrettable that Austrian politicians are trying to take political advantage of these worrying events, instead of fighting Islamophobia, xenophobia and the rise of the extremist right. This decision is incompatible with universal principles and laws, minority rights and the European Convention on Human Rights to which we are all bound.

The permanent pressure that is exerted on the Muslim community since years, the complete loss of any respect for the Muslim self-organization, the discriminatory treatment as compared with other religious communities on the basis of an unlawful Islamic law with reference to an alleged notional danger, as well as the permanent breach of the constitution without any public outcry will not remain without consequences. These policies negate the Austrian constitution and the liberal social order.

On the other hand, embracing of such a discriminatory and populist approach under the direction of politicians devoid of experience and common sense is an alarming development that heralds a negative trend concerning the rise of Islamophobia and racism in Europe. It is also unfortunate for the EU that Austria being governed by the current coalition will soon assume the Presidency of the Council of the EU. This approach is not only in contradiction with the efforts to normalize the relations between our countries; undoubtedly this will alienate Austrian Muslims and definitely not contribute to the integration efforts of the Turkish community in Austria. Policies like this only serve for further discrimination and the criminalization of Muslims.

It should be especially pointed out that none of the mosques that are linked with the Turkish Islamic Union or the religious officials working there were subject to a criminal investigation since 40 years. Indeed, they did an important job, especially in supporting the integration of Muslims living in Austria. Apparently, the Austrian government aims to avoid that the country stays as the homeland of Austrian Muslims, also in the upcoming future. As a result thereof, I hereby would like to call upon all the people here in this room to raise their protest against these discriminatory policies! Thank you.

 

“Seçim arifesinde yurtdışı vatandaşlar ve AK Parti” [Star Açık Görüş]

Seçim dönemi aynı zamanda ülke adına bir muhasebe dönemidir. İktidar partisi bir taraftan geride bırakılan dönemde yapılanları seçmenlerle paylaşırken diğer taraftan yeni hedeflerini kamuoyuna açıklar.

Muhalif partilerin icraatlar bağlamında doğal olarak paylaşabilecekleri bir şey yoktur. Ancak iktidara geldiklerinde yapmak istediklerini kamuoyuna aktarırlar. Her iki kanat da tüm bunları seçim beyannamesinde bir araya toplayarak toplumun bilgisine sunar.

Ülkemizde her seçim döneminde yaşanan bu süreçte, yoğun bir nüfusu barındıran ‘yurtdışında yaşayan vatandaşlar’ 7 Haziran seçimlerine kadar adeta yok sayılıyordu. Bazı partiler hiç yermez, bazılarıysa satır arasında bir iki cümleyle değinirdi. AK Parti ekonomik ve siyasi istikrarı sağlayıp, bu alanla ilgili alt yapı çalışmalarında köklü adımlar attıktan sonra 7 Haziran seçimlerindeki seçim beyannamesinde bu kesime özel yer verdi. Bunu yaparak da yurtdışında yaşayan 6 milyon insanı ilgilendiren konuların spesifik olarak ele alınması gerektiğini ortaya koydu.

Yeni bir seçim arifesinde içinde bulunduğumuz süreç de yurtdışında yaşayan insanlarımıza yönelik yapılanları ve yapılacakları ele alma noktasında bir imkân sunuyor. Ekonomik katkısı, toplumsal ihtiyaçları, kültürel kazanımları ve barındırdığı insan kaynakları itibarıyla Yurtdışı Türkler olgusu böyle bir muhasebeyi hak ediyor. Özellikle de iktidar partisi olan AK Parti’nin bu alandaki icraat ve hedeflerinin doğrudan etkileyici niteliğinin olmasından dolayı bu kesime yönelik neler yaptığını ve neler yapacağını ortaya koyması gerekiyor. Tam da bu noktada bu soruya kapsamlı bir cevap vermekte fayda var.

Yazının tamamı için tıklayınız.

“AK Parti, devletimizi yurt dışındaki vatandaşlarımıza yaklaştırdı” [Türkiye Gazetesi Misafir Kalem-1]

Dünyanın dört bir yanında yerleşik olarak ikamet eden 6 milyon civarında insanımız var. Bunların çoğunluğu Avrupa ülkelerinde yaşıyor. Yurt dışındaki insanlarımızın hikâyesi sadece göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir öykü değil. Hepsi daha iyi bir yaşam düşüncesiyle yollara düştüler. Hayaller hep ortaktı: ‘Bir gün geri dönmek.’ Fakat hayat şartları gereği birçoğu giderek kök saldı.
1960’lı yıllarda işçi göçüyle başlayan bu öykü, bugün artık çok farklı bir gerçekliğe dönüşmüş durumda. Bu durum yurt dışındaki vatandaşlarımızın ana vatana, ana vatanın ise onlara karşı yükümlülüğünü değiştiriyor. Yurt dışındaki Türk diasporası yaşadıkları ülkeler ile ilişkilerimizin en önemli unsurunu oluşturuyor. Bulundukları ülkeyi yurt edinmiş ancak Türkiye ile bağlarını koparmamış bir kitleden bahsediyoruz. Bu bağlamda AK Parti iktidara gelene kadar maalesef pek çok konuda geç kalındı. AK Parti Hükûmetlerimiz geçmişteki ihmalkârlığı telafi etmeye çalıştı. Hükûmetlerimizle birlikte yurt dışı Türklere bakış açısı da değişmeye başladı. Türkiye’nin; Avrupa’daki varlığının korunması, yurt dışındaki vatandaşlarımızın seçme ve seçilme hakkının kolaylaştırılması, ana dili eğitimi ve öğretiminde orta ve uzun vadeli ihtiyaçlar gözetilerek yapısal adımların atılması, kültür birikiminin güçlendirilmesi hedefiyle programların kurumsallaştırılması çok önemli gelişmelerdir.

Son 16 yıldır büyük bir gelişim sürecine giren, tüm dünyaya yardım elini uzatan yeni bir Türkiye var. Güçlü Türkiye’nin mimarı AK Parti olarak yurt dışındaki insanlarımızın ihtiyaçlarının da farkındayız. Çözüm yolları için gerekli vizyona ve alt yapıya sahibiz. Geçtiğimiz dönemlerde bu anlamda çok önemli mesafeler kat ettik. Türkiye artık yurt dışındaki vatandaşını görüyor, anlıyor, dinliyor. Onların sorunlarını, taleplerini konuşuyor, çözüm üretiyor ve uygulamaya geçiyor.

Yazının tamamı için tıklayınız.

Gazete kupürü için tıklayınız.  (1)

Gazete kupürü için tıklayınız.  (2)

Yurt dışında emekli olan ve Türkiye’ye araç getirmek isteyen vatandaşlarımızın merak ettiği hususlar

Yurt dışından getirilen araçların Türkiye’de kalma süresi 2 yıldır. Bu imkânı değerlendirecek olan kişilerin Türkiye’ye giriş tarihinden geriye doğru bir yıl içerisinde 185 gün yurt dışında bulunmuş olmaları gerekir. Ancak yurt dışından emekli olanlar için bir istisna söz konusudur. Buna göre yurt dışında emekli olduktan sonra Türkiye’ye ilk defa araç getirecek kişiler için yurt dışında yerleşik olma şartının tezahürü olan 185 gün ilgili ülkede yaşama şartı aranmamaktadır.

Aynı şekilde aracı için aldığı 24 aylık izin süresinin tamamını kullanmadan aracıyla yurt dışına çıkan emekli bir vatandaşımızın geri kalan sürelerini kullanmak üzere taşıtıyla yeniden Türkiye’ye giriş yapması durumunda da 185 gün şartı dikkate alınmamaktadır. Bu kişinin aracına, aracın sahip olduğu geri kalan izin süresi verilmektedir.

Ayrıca, aracı için 2 yıllık iznin tamamını kullanmış veya 185 gün şartını yerine getirmeyen Avrupa Birliği ve Avrupa Serbest Ticaret Birliği ülkelerinde yerleşik kişilerin araçlarına da yılda bir defaya mahsus bir aylığına süre verilmektedir.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur!

“Avrupa ile ilişkiler sil baştan” [Gerçek Hayat Dergisi]

AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu “Gerçek Hayat Dergisi”nden Sevda Dursun’un sorularını yanıtladı. Türkiye-AB ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulunan Yeneroğlu, “Önümüzdeki iki yılda Türkiye-AB ilişkileri için orta vadede belirleyici bir perspektifin netleşmesi kuvvetle muhtemel. İster istemez takvim bunu dayatıyor zaten. Özellikle 2018 kritik bir yıl. AB Komisyonu bu yıl Nisan’da İlerleme Raporu olarak bilinen Ülke Raporunu yayınlayacak. Haziran’da AB zirvesi var, sonrasında Avusturya Dönem Başkanlığı gerginliklere sebep olabilir. Dolayısıyla 2018 içinde gündemde bazı temel hususlarla ilgili yol alamazsak 2019 yılına bu gündemlerle gireceğiz. Oysa 2019’da iki taraf da kendi iç gündemine daha fazla yoğunlaşmak zorunda kalacak, çünkü seçim yılı. Türkiye’de 3 önemli seçim var, AB kurumlarında da seçim yapılacak. Bu tarafların iç gündemlerinin öne çıkacağı manasına gelir ki önemli konuları mümkün mertebe 2018 yılının ilk üç çeyreğinde sonuçlandırmak ortak menfaatin gereği.” dedi.

Söyleşinin tam metni aşağıda yer almaktadır.

Referandum sürecinde kopma noktasına gelen Avrupa ülkeleri ile ilişkiler, son günlerde olumlu yöne doğru seyrediyor. Başta Almanya ve Hollanda olmak üzere Türk hükümet yetkililerinin referandum seçim çalışmalarını engellemesi, karşılıklı olarak sert söylemlere sebep olmuştu. 2017’nin sonuna gelindiğinde, olumlu mesajlarla yeni bir yola girildi. Türkiye’nin bu ilişkilerdeki tek şartı, teröre verilen desteğin çekilmesi. 2018’in ilk ziyaretini Fransa’ya yapan Erdoğan, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından yeni bir döneme girildiğinin altını çizdi. AK Parti İstanbul Milletvekili, Anayasa Komisyonu ve AKPM Türk Grubu üyesi Mutafa Yeneroğlu ile Türkiye ile AB ülkeleri ilişkilerini analiz ettik. Yeneroğlu’na göre bu sene kritik bir yıl. Bu yıl bazı temel hususlar halledilemezse, 2020 öncesi hiçbir adım atılmaz. Bunların başında Gümrük Birliği’nin güncelleştirilmesi ve vize muafiyeti geliyor.

Referandum sürecinde gerilen Avrupa ile Türkiye ilişkileri, 2018 itibariyle düzelme yoluna girdi diyebilir miyiz?

Önümüzdeki iki yılda Türkiye-AB ilişkileri için orta vadede belirleyici bir perspektifin netleşmesi kuvvetle muhtemel. İster istemez takvim bunu dayatıyor zaten. Özellikle 2018 kritik bir yıl. AB Komisyonu bu yıl Nisan’da İlerleme Raporu olarak bilinen Ülke Raporunu yayınlayacak. Haziran’da AB zirvesi var, sonrasında Avusturya Dönem Başkanlığı gerginliklere sebep olabilir. Dolayısıyla 2018 içinde gündemde bazı temel hususlarla ilgili yol alamazsak 2019 yılına bu gündemlerle gireceğiz. Oysa 2019’da iki taraf da kendi iç gündemine daha fazla yoğunlaşmak zorunda kalacak, çünkü seçim yılı. Türkiye’de 3 önemli seçim var, AB kurumlarında da seçim yapılacak. Bu tarafların iç gündemlerinin öne çıkacağı manasına gelir ki önemli konuları mümkün mertebe 2018 yılının ilk üç çeyreğinde sonuçlandırmak ortak menfaatin gereği.

Nedir bu önemli konular, biraz açabilir misiniz?

Türkiye açısından Gümrük Birliğinin güncelleştirilmesi ve vize muafiyeti konuları en önemli başlıklar. AB İlerleme sürecinde gerçekçi olmak gerekir. 2019 seçimleri öncesi AB tarafı ilerleme konusunda başka hususları öne sürecek olsa da kendi iç sorunları nedeniyle adım atmakta çok zorlanacaktır. AB son 13 yılda 14 üyeden 28 üyeye çıktı, ancak küresel aktör olarak zayıfladı ve sorunlarını artırdı. Kendi sınırlarını korumakta yetersiz, ortak bir savunma konsepti geliştirememiş ve etkin bir göç yönetimi oluşturamamış noktada. Ayrıca artan aşırı sağ ve parlamentolara yerleşen ırkçı akımlar Avrupa’nın geleceğini sorgulatıyor. AB bünyesindeki eksen kayması örtülmeye çalışılıyor olsa bile örneğin, 2018 yılında AB dönem başkanlığını aşırı sağ partilerin dâhil olduğu iktidarlar üstleniyor. İlk altı ay Bulgaristan hükümeti, ardından ikinci yarıyılda da Avusturya hükümeti görevde. Aslında çok manidar bir gelişme ile karşı karşıyayız. Netice itibarıyla iç siyasi risklerin öne çıkabileceği 2019 yılına girmeden bu yıl kritik virajları almamız lazım. Aksi takdirde birçok önemli konuda 2020 öncesi adım atılmaz.

Tek tek ele aldığımızda öncelikle ABD ile yılbaşı öncesi karşılıklı olarak tüm vize kısıtlamaları kaldırıldı. Üstelik Kudüs oylamasından sonra. Bunu nasıl okumalıyız?

ABD kendi konsolosluk personelinin Türk yargısı karşısında dokunulmazlığı varmış gibi davranıp irrasyonel bir tepki gösterdi. Ölçüsüz bir tepki olduğunu anlamış olmalı ki kararını düzeltti.

Almanya ile ilişkiler son yıllarda neredeyse kopma noktasına gelmişti. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 2018 Almanya-Türkiye ilişkilerinden umutlu olduğunu söylüyor. Nasıl bir düzelme bekleyebiliriz?

Gerçekten özellikle son iki yıl çok gergin geçti. Çok boyutlu ve tarihî derinliğinin yanında en önemli dış ticaret ortağımız ve 3 milyon vatandaşımızın yaşadığı Almanya ile ilişkililerimizin çok özel olması sebebiyle sorunlarımızı da rasyonel bir zeminde ele almamız gerekir. Almanya’da genel seçimler öncesi yürütülen kampanyalar ve federal parlamentoda grubu bulunan partilerin programlarını dikkate aldığımızda başta AB tam üyelik süreci ve Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit eden konular olmak üzere birçok temel anlaşmazlığın var olduğu unutulmamalı. Son haftalarda retorik düzeyde bir yumuşama olsa da önceki söylemsel gerginliğin sebep değil sonuç olduğu dikkatten kaçmamalı. Bilateral ilişkinin normalleşmenin ötesinde kalıcı olarak olumlu seyirde devam etmesi ölçülebilir gelişmelere bağlı.

Nasıl gelişmeler bunlar?

Güven tesis edici somut adımlar önemli. PKK’nın paravan örgütlerine karşı zorunlu hukuki yaptırımların Almanya tarafından ötelenmemesi, FETÖ ile ilgili özellikle doğrudan darbe girişimine dâhil olan subayların iadesi hususunun ciddiyetle ele alınması, AB üyeliği, gümrük birliği ve vize serbestisi konularında taahhütlere aykırı frenleyici tutum yerine Almanya’nın aktif rol üstlenmesi gibi birçok konu var. İlk önce yeni hükûmetin kurulmasını beklemek gerek. Tekrar büyük koalisyon kurulabilecek mi yoksa düşük ihtimal da olsa Almanya yeniden seçime gitmek zorunda kalacak mı, Ocak ayı içinde netleşir. İlişkilerin iyileşmesi için iki taraftaki kamuoyunun bu süreci aktif olarak desteklemesi önemli. Türkiye-Almanya Hükûmetlerarası İstişare Toplantısı’nı canlandırmayı başarırsak, süreç normalleşmiş demektir.

Erdoğan “Biz düşmanı azaltmaya, dostu çoğaltmaya mecburuz. Ne Almanya’yla problemimiz var ne Hollanda’yla ne de Belçika’yla. Tam tersine oralarda iş başında olanlar benim eski arkadaşlarım” dedi. Erdoğan bu mesajları olumlu sinyaller aldığı için mi verdi?

Sayın Cumhurbaşkanımız alınan herhangi bir sinyalden ziyade doğru olanın altını çiziyor. Türkiye’yi edilgen bir ülke olarak görmekten vazgeçip göz hizasında stratejik ortak olarak doğru konumlandıranlar Türkiye’den hep fayda göreceklerdir. Nasıl Türkiye saydığınız ülkelerin güvenliği ve iç istikrarı konusunda hassas ise, bu ülkeler de kendi bünyelerinde Türkiye karşıtı suç ve terör örgütlerine karşı kararlı tutum içinde olmalılar. Bunların ötesinde menfaat çakışmaları da var tabii. Ancak ortak kazanımlara odaklanırsak farklı düşündüğümüz konularda daha kolay yol alabileceğiz.

Aile Bakanımız Fatma Betül Sayan Kaya’nın Hollanda’da gördüğü muameleden sonra bozulan ilişkiler, Başbakan Rutte’nin “zeytin dalı” uzatması sonucunda düzelme yoluna mı girdi?

Dal çok güçlü değildi gibi. Çok üzücü olaylar yaşandı. Hollanda tarafından özür mahiyetinde bir adım Türkiye’nin iki adım atmasını sağlayacaktır. Biz Hollanda ile ilişkilerimizin bu düzeyde olmasını istemeyiz. 500 bine yakın vatandaşımız Hollanda’da yaşadığı gibi çok güçlü ekonomik ilişkilerimiz var. Diğer tarafta dört partili koalisyon hükûmetinin nispeten zayıf olması ve Mart 2018’de gerçekleştirilecek yerel seçimlerde ırkçı partinin güçlenmesi olasılığı bizleri hem ülkede yaşayan azınlıklar hem de AB’nin geleceği adına kaygılandırıyor.

Kudüs meselesinde AB ile Türkiye’nin ABD’ye karşı ortak cephede yer alması, Trump’a karşı ortak bir tavır gibi oldu. Trump etkisi ve bu ortak tavır başka konularda da kendini gösterir mi?

Trump, 70 yıla dayanan transatlantik paktı zora sokan ve AB ülkelerinin başta savunma alanı olmak üzere kendilerini sorgulamalarını sağlayan söylemlerini sürdürüyor. ABD ile Rusya arasındaki gerilimin daha fazla artmasından AB üyeleri endişe duyuyor, çünkü kendilerini doğrudan etkileyecek bir komşuluk ortamı ve tehdit hissinde olan Doğu Avrupa ülkeleri var. Diğer tarafta AB’nin orta vadede küresel bir aktör iddiasını ancak Türkiye ile çok güçlü ortaklık ile sürdürebileceği genişçe paylaşılan bir kanaat. Kudüs konusunda Trump’ın adımına karşı endişelerimize ortak olan Batı ülkeleri ile ortak bir dili yakalamamız yol alabilmemiz için belirleyici olacaktır.

Özellikle Avrupa ile ilişkilerde, Türkiye iyi olduğu zaman iyi, Türkiye zor durumda olduğu, içerde ve dışarda birçok sorunla uğraştığı zaman kötü bir sürece girildiği söylenebilir. Neden böyle oluyor?

İyi derken, AB’ye tam üyelik müzakerelerinin başlangıcı olan Ekim 2005 yılından sonra AB tarafının fasılların açılmasında çok hevessiz olduğu bir gerçek. Ayrıca açılanların kapatılmasında da sadece bir faslın kapatılmış olması örneğinde görüleceği gibi gayet isteksiz olduğunu unutmamak gerekir. İyi veya kötü tanımları yerine, iki taraflı ilişkilerdeki doğal ve kalıcı menfaat çakışmalarını esas alıp pragmatist çözüm arayışları tüm tarafların tutumlarını belirliyor demek daha doğru olur.

Türkiye’nin Rusya ve AB harici ülkelerdeki açılımına dair bir okuma yapacak olursak, Türkiye-AB ilişkisi muhtaçlık tezinden kurtuluyor mu?

Bu soruya cevap mahiyetinde haritaya ve ekonomik verilere bakmamız yeterli. Ayrılamaz komşuyuz, ihracatımızın nerdeyse yarısı AB ülkelerine gidiyor. Yine son yıllardaki birçok olay gösterdi ki Türkiye-AB ilişkisi ayrıştırılması karşılıklı krizlere yol açabilecek yoğunlukta birbiriyle bütünleşmiş bir ortaklık düzeyinde zaten. Rusya’ya gelince; herkesle iyi ilişkiler kurmamız dış politikamızın temel dinamiği. Diğer tarafta Rusya ile de stratejik menfaatlerimizin örtüştüğü konular olduğu gibi örtüşmeyen hususların da olduğu unutulmamalı.

Erdoğan’ın Fransa ziyareti ikili ilişkiler açısından nasıl bir öneme sahip?

680 bin insanımızın yerleşik olduğu ve AB dışında 3. büyük ticaret ortağımız olan Fransa ile ilişkilerimiz 500 yılı aşkın bir geçmişe sahip. Macron döneminde ilişkilerimiz daha çok ekonomik merkezli ve ticaret hacmimizin artırılmasına yönelik başarılı bir süreç olabilir. Ayrıca AB bünyesinde yükselen ırkçılık ve İslamofobiye karşı Macron önemli bir aktör ve müttefik. Ortadoğu’daki gelişmelerde de aynı düşündüğümüz noktalar yoğun. Türkiye’nin AB sürecinin ivme kazanması konusunda Macron şimdiye kadar net bir tutum içinde olmadı. Türkiye’yi daha çok ekonomik ve stratejik müttefik olarak konumlandırdığı kanaati daha ağır basıyor. Gümrük Birliğinin güncellenmesi konusunda aktif olabileceğini düşünüyorum.

Dergi kupürü için lütfen tıklayınız.