“Otomatik Bilgi Paylaşımı” ile ilgili merak edilen hususlar

AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Türkiye, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) tarafından geliştirilen ‘Vergi Konularında Karşılıklı İdari Yardımlaşma Sözleşmesi’ ile ilgili yurt dışında yerleşik olan vatandaşlarımızın sorularını yanıtladı.

-Bu anlaşmanın hazırlanmasındaki amaç nedir?

Uluslararası bir kuruluşun, yani Türkiye’nin üye olduğu Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) içeriğini belirlediği bir sözleşmeden bahsediyoruz. Bu sözleşmenin temel gayesi ülkeler arasında vergi kaybı, vergi kaçakçılığı ve zararlı vergi rekabeti ile mücadeledir. Dolayısıyla sadece Türkiye’ye özgü, Türkiye’yi ilgilendiren bir durum değil. Gündemde olan sözleşme, OECD bünyesinde yaklaşık on yıl öncesinde başlayan bir sürecin gelinen son noktasıdır. Dünya çapında 115 ülkenin dâhil olduğu bir süreçten bahsediyoruz. Bu süreçte örneğin, 2009 yılında OECD bünyesinde Vergi Amaçlı Küresel Şeffaflık ve Bilgi Değişimi Forumu oluşturulmuştu. Sonrasında da 3 Kasım 2011’de Cannes da “Vergi Konularında Karşılıklı İdari Yardımlaşma Sözleşmesi” ilgili ülkeler tarafından imzalandı.

Türkiye, bu Forumun vergi amaçları yönünden bilgi verme kapasitesiyle ilgili ilerleme raporlarında eksik not aldığı için uluslararası finans kuruluşları Türkiye’ye kredi sağlamayı askıya alacaklarını açıkladılar. Türkiye’nin uluslararası şeffaflığı ve güvenilirliği açısından bu riskli bir durumdu. Türkiye riski ortadan kaldırmak için anlaşmaya taraf olmuştur. Dolayısıyla sözleşmeye taraf olma noktasında bir bakıma uluslararası zorunluluk söz konusudur.

Niçin konunun arka planı hakkında bilgi veriyorum? Bize ulaşan şikâyet ve eleştirilerden anladığım, özellikle yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızda otomatik bilgi paylaşımı meselesinin aniden gelişmiş ve sadece kendileriyle ilgili bir mesele olarak algılanmış olması. Tabi burada insanlarımızın vaktinde ve yeterince bilgilendirilmesi gerektiğini görüyoruz.

-Anlaşma kimleri (gerçek ve tüzel kişiler) kapsıyor?

Anlaşma Türkiye’de mukim olmayan kişi ve kurumların mali hesaplarına ilişkin bilgilerin karşılıklı paylaşımını öngörüyor. Burada vatandaşlıktan ziyade ikamet dikkate alınıyor. Fakat farklı vesilelerle daha önce de belirttiğim gibi bu bilgi paylaşımın hangi ülkelerle ve nasıl yapılacağı henüz netleşmiş değil. Her iki husus için Bakanlar Kurulu kararı gerekiyor. Bakanlar Kurulu karar verdikten sonra da geriye değil, ileriye dönük bir süreç işleyecektir.

-Otomatik bilgi transferi nasıl gerçekleşecek?

Türkiye’deki banka ve sigorta şirketi gibi finansal kuruluşlar Türkiye’de mukim olmayan yerli veya yabancı kişi ve kurumların mali hesaplarına ilişkin bilgileri Maliye Bakanlığına, daha somut bir ifadeyle Gelir İdaresi Başkanlığına, Maliye Bakanlığı da diğer ülkelerin mali otoritelerine bildirecek. Bu arada anlaşmanın yürürlüğe gireceği tarihten öncesine, yani 1 Temmuz 2017 öncesine dair bir bildirim zaten mümkün değildir. Teknik olarak da hazırlıklar bakımından en erken 2019 öncesi ve geriye dönük bir bildirime ihtimal vermiyorum.

Nasıl ki bilgiler Türkiye’den bu şekilde aktarılacaksa, diğer ülkelerden de Türkiye’ye bu yöntemle ulaştırılacak. Dolayısıyla tek taraflı bir bilgi paylaşımı söz konusu değil. Uygulama somut olarak nasıl olacak? Şu aşamada bununla ilgili detaylı bilgi verme durumunda değiliz. Çünkü biraz önce ifade ettiğim gibi bilgilerin nasıl paylaşılacağı ve hangi ülkelerle hangi tarih itibarıyla paylaşılacağı henüz karara bağlanmış değil. Ancak yurt dışındaki vatandaşlarımız bilsinler ki; yasal menfaatlerinin korunması konusunda gereken hassasiyet gösterilmektedir.

-Bilgi akışını hangi kurumlar yapacak?

Türkiye’deki finans kuruluşları, yani teknik ifadeyle saklama kuruluşları, mevduat kuruluşları, yatırım kurumları ve sigorta şirketleri Maliye Bakanlığı ile bilgileri paylaşacak. Yerli finansal kuruluşlarla birlikte yabancı finansal kuruluşların Türkiye’deki şubeleri de bildirim yapmakla mükellef olacaklar. Ancak yurt dışına tüm bilgiler Maliye Bakanlığımız üzerinden çıkacak.

-Bankalar otomatik olarak hesap hareketlerini bildirecek mi?

Sözleşme kapsamında, talep üzerine bilgi değişimiyle otomatik bilgi değişimine yer veriliyor. Bu bilgi paylaşımının nasıl olacağı henüz resmiyet kazanmış değil.

-Bildirecekse bu bildirim hangi hesapları kapsıyor? Hangi hesaplar otomatik bildirim kapsamında? Hangi hesaplar ilgili ülkenin talep etmesi üzerine bildirilecek?

Finansal hesaplar, mevduat hesapları ve saklama hesaplarıyla ilgili dönem sonu bakiyenin bildirimi yanında faiz ve temettü gelirleri ile kısıtlı bilgi paylaşımı olacak. Ancak ilgili kişi örneğin, faiz ve temettü geliri sebebiyle yaşadığı ülkede vergiye tabi ise Türkiye’de ödediği vergi ile mahsuplaşma imkânı da var.

-Emekli hesapları da bu kapsamda yer alıyor mu?

Hayır, emeklilik hesapları kapsam dışıdır.

-Bu bildirimler kira ve diğer ticari faaliyetleri de kapsıyor mu?

Hayır.

-Vergi dairelerine yapılan ödemeler gibi işlemlerin bilgi transferi de söz konusu mu?

Hayır.

-Ülkeler talep etse bile Türkiye hangi hesaplarla ilgili bilgi vermek zorunda değildir?

Soruya cevap mahiyetinde bazı hususları hatırlatmak isterim. Uluslararası sözleşmenin içeriğinde neyin paylaşılacağına ilişkin genel bir çerçeve ortaya konulmuş. Türkiye bazı çekinceleriyle birlikte sözleşmeye taraf olmuş. Ülkelerin ve bilgi paylaşımında uygulamanın netleştirilmesinin ardından otomatik veya talep doğrultusunda paylaşılacak bilginin ne olduğunu her iki taraf da bilecek.

-Türkiye anlaşmanın hangi bölümlerine çekince koydu?

Türkiye, bu sözleşmeye taraf olurken koyduğu çekincelerle sözleşmenin Türkiye açısından kapsayacağı vergileri gelir, kurumlar ve katma değer vergileri ile sınırlı tutmuştur. Bu sebeple bildirim sadece finansal hesaplara yönelik olacaktır. Gayrimenkul ve emeklilik gibi konularda da bildirim yapılmayacaktır. Bu çekinceler, yurt dışındaki vatandaşlarımızın menfaatlerinin dikkate alındığını göstermektedir.

-Avrupa’da veya anlaşmaya imza koyan ülkelerde yaşayan ve bu ülkelerde ikamet eden Türk vatandaşları veya Türk kökenliler için bu anlaşma neleri getiriyor?

Anlaşma, bilgisi paylaşılacak kişilerle ilgili ikamet yerini baz alıyor. Yani Fransa’da yerleşik bir Türk vatandaşının, Türkiye’de şayet varsa, örneğin banka hesabındaki bilgilerinin paylaşılmasını ön görüyor. Aynı şekilde mütekabiliyet esası doğrultusunda Türkiye’de yerleşik bir Fransız ile ilgili de Türkiye’nin Fransa’dan bilgi talep etme hakkı bulunuyor. Bu arada banka kayıtlarında Türkiye’de ikameti görünen bir kişinin banka bilgilerinin paylaşımının söz konusu olmadığını da söylemek isterim. Bu noktada ayrıca tüm vatandaşlarımıza ilgili uzmanlardan konunun detaylarıyla ilgili bilgi almalarını tavsiye ederim.

‘Mazlum gurbetçi’ – ‘bilinçli diaspora’ [Star – Açık Görüş]

Gurbetçi kavramı bir dönem sosyolojik gerçeklikle tamı tamına örtüşen bir tanımlamaydı. Yüz binlerce insan ‘gurbete’ gitmişti. Yaşananlar, dramlar, acılar ve sevinçler dünyası Türkçe’de farklı kitlesel tecrübelerle de derin kök salmış bu kavramla ifade ediliyordu. Bununla birlikte geride bırakılan 50 yılı aşkın tarihi süreç bu kesimi gurbetçilikten farklı bir noktaya getirdi. Tam da bu noktayı ifade etmek için yeni kavramsallaştırmalara ihtiyaç var. Bu kapsamda diaspora kavramı kayda değer bir alternatif sunuyor.

İşgücü anlaşmalarıyla başlayan ‘gurbet’ hayatında zamanın akışıyla şartlar da değişti. Yeni ülke, kalıcı yaşam koşulları, farklı kimlikler ve aidiyetin gelişti-rildiği bir noktaya evrildi. Ancak özellikle de Türkiye’den bu kesime yönelik yapılan tanımlama genel itibarıyla ‘gurbetçi’ ifadesinde takılı kaldı. Her ne kadar da günümüzde yurtdışında yaşayan insanlarımız içerisinde bireysel olarak ve grup sosyolojisi itibarıyla bazı kesimlerce ‘gurbetçilik’ mefhumu geçer-liliğini koruyormuş gibi gözükse de, tarihsel gelişim doğrultusunda gelinen son nokta bu kesime yönelik ülkemizde kullanılan tanımlamanın yeniden ele alınması gerektiğini gösteriyor. Bu noktada diaspora kavramı siyaset, medya ve akademide ilgili aktörlerin ele alması gereken bir kavram olarak duruyor.

Diaspora, yakın geçmişe kadar, geleneksel olarak başta Ermeni ve Yahudi diasporası olmak üzere farklı politik unsurlar bağlamında olumsuzlanan bir kavram olarak kullanılageldi. Son yıllardaki akademik çalışmaların hakkını teslim etmek gerekirse de Türkiye’de kamuoyu nezdinde bu kavramın yeniden üretilmesi ihtiyacı ortada.

Zira bu kavramı kısır bir anlama hapseden hâlihazırdaki olumsuz algı, bugün çoğunluğu Batı Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli topluluğa yönelik bakış açımızı da belirliyor, dar kalıplar içinde sınırlandırıyor. “Gurbetçi” terimi üzerinden devam eden nostaljik yaklaşım, yurtdışında yerleşik, kalıcı ve asli unsur hâline gelen insanlarımızın, anavatana yönelik tasavvurlarının yanı sıra kendine has ortak özelliklerini göz ardı ederken potansiyelini de perdeliyor.

Ulus-ötesi ağların gelişmesiyle birlikte diaspora kavramını yeni bir kimlik ve bilinç olarak tanımlayan yaklaşımları göz önünde bulundurmak gerekiyor. Diaspora, günümüzde yeni bir bağlama kavuşmuş durumda. Daha da önemlisi bu bağlam içinde kalkınmadan değerler üretimine kadar geniş bir iletişim ve ilişkiler ağının önemli bir parçası olarak değerlendiriliyor. Bu kapsamda diasporaları, bugünün önemli ve etkin sivil toplum öğeleri olarak da görmek gerekir.

En nihayetinde bakış açısı itibarıyla bu noktaya gelebilmek için diaspora kavramına yakından bakmak ve “Türk Diasporası”na da buradan bir pencere açmak yerinde olabilir.

Yazının tamamını okumak için lütfen tıklayınız.

Gazete kupürü için lütfen tıklayınız.

Ülkemizin göç hareketliliğine bütüncül bakışın kurumsallaşması [Milliyet – Düşünenlerin Düşüncesi]

Göç, ülkemiz için Cumhuriyet tarihi boyunca gündemde olan bir olgu. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonucu soydaş ve akraba birçok insan Anadolumuza göç etti. 1960’lı yıllardan sonra ise daha çok gurbete gidişler başladı. 1980’lere kadar yoğun bir şekilde süren göçler sonucu, vatandaşlarımız başta Batı Avrupa olmak üzere dünyanın farklı ülkelerinde yeni hayatlar kurdu. Gelinen son durum itibarıyla bugün yurt dışında 6 milyona yakın insanımız yaşıyor. Gittikleri ülkelerde toplumsal ilişkileriyle, siyasal katılımlarıyla, ticari yapıları ve kültürel dokularıyla farklı ve kalıcı alanlar oluşturan bu göçmenler ve nesilleri ülkemizde çok da fazla görülmeyen ancak fazlasıyla dikkate alınması gereken bir gerçeklik.

Son yıllarda AK Parti ile birlikte ülkemizde yurt dışındaki vatandaşlara yönelik onların menfaatlerini savunan, dil, kültür, eğitim birikimini önceleyen bir söylem gelişmiş durumda. Bununla birlikte özellikle üçüncü nesil gençlerimize yönelik bu söylemlerin kuşatıcı bir biçimde somut uygulamalara dönüşmesi ve yeni nesillerin Türkiye ile olan bağını güçlendirecek, yurt dışındaki iş adamlarımızın ülkemiz ile işbirliğini ve ticaret hacmini artıracak, ayrımcılık ve İslam düşmanlığı ile etkin mücadele edecek yapıları ve ilgili ülkelerle işbirliğini geliştirecek politikaları daha fazla uygulamaya geçirmek şart.

Yazının tamamını okumak için lütfen tıklayınız.

Gazete kupürü için lütfen tıklayınız.

NSU cinayetleriyle ilgili gelişmeleri gelecekte de büyük bir hassasiyetle takip edeceğiz [Türkiye Gazetesi – Misafir Kalem]

Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) terör örgütünün 4 Kasım 2011 tarihinde ortaya çıkışının altıncı yıl dönümünü geride bıraktı. Almanya’nın NSU cinayetlerini, bu ülkede yaşayan Türkleri, Alman ve uluslararası kamuoyunu memnun edecek şekilde aydınlatacağına yönelik inancımızı yitirmek istemiyoruz. Eleştirel ve araştırmacı yaklaşımlarıyla bu cinayetlerin farklı boyutlarının gün yüzüne çıkarılmasına katkıda bulunan herkese şükranlarımı sunuyorum. Federal Şansöyle Merkel’in, NSU cinayetlerinin şüpheye yer bırakmayacak şekilde aydınlatılacağına ilişkin sözü hâlâ yerine getirilmeyi bekliyor. Cinayetlerin aydınlatılmasıyla ilgili ümidimizi yitirmedik ancak şu ana kadar yürütülen soruşturmalar ciddi bir şaşkınlık yaşatıyor.

Takip ettiğimiz süreç yaşanan bu emsalsiz cinayetlerin açıklığa kavuşturulmasının öncelikli konular arasında yer almadığı endişesini güçlendiriyor. Şu ana kadarki soruşturmalarda ortaya çıkan dosyaların imha edilmesi, kasıt kokan ve bitmek bilmeyen hatalar zinciri, tanıkların şüpheli ani ölümleri, istihbarat kurumu ajanlarının olay yerlerinin yakınlarında bulunması veya NSU dosyalarına 120 yıllığına yasak getirilmesi gibi gelişmeler bu kanaati kuvvetlendiriyor. Bu bağlamda polisin, Anayasa Koruma Teşkilatı‘nın ve Federal İstihbarat Kurumu’nun tutarsızlıkları da şaşkınlık vericidir. Aynı şekilde Federal Savcılığın, cinayetlerle ilgili sanıkları bunca iddiaya rağmen sadece üç kişiyle sınırlı tutmasındaki ısrarı da anlaşılır değildir. NSU terör örgütü üyelerinin üç kişiden oluştuğu düşüncesi, olsa olsa acı bir ironi olabilir.

Almanya ayrıca NSU cinayetlerini araştırma komisyonlarının raporlarında yer alan önerilerin uygulamaya geçirilmesi hususunda da sınav veriyor. Maalesef şu ana kadar bu noktada olumlu bir gelişme görülmüyor. Yeni federal hükümetin, bu önerileri ciddiye alması ve gelecekte ırkçı şiddet kurbanlarının NSU kurbanları yakınlarının çektiği acıyı yaşamamaları için gerekli mekanizmaları oluşturması gerekir. Güvenlik birimlerindeki kurumsal ırkçılık gerçeği ve ırkçı suç eylemlerinin aydınlatılmasındaki eksiklikler acil olarak üzerine gidilmesi gereken hususlardır.

Türkiye olarak NSU cinayetleriyle ilgili gelişmeleri gelecekte de büyük bir hassasiyetle takip edeceğiz. Süreçte ortaya çıkan tüm şüphelere ve tutarsızlıklara rağmen Alman hukuk devletine olan güvenimiz devam ediyor.

NSU cinayetleri, ikinci dünya savaşından sonra Almanya’da gerçekleşen en büyük yabancı düşmanı terör cinayetleri serisidir. Federal Almanya’nın bu cinayetleri, ırkçılığa karşı mücadelede taşıdığı tarihi sorumluluğu da dikkate alarak, bu ülkede yaşayan Türkleri, Alman ve uluslararası kamuoyunu memnun edecek şekilde aydınlatılacağına yönelik inancımızı yitirmek istemiyoruz.

Almanya’nın NSU cinayetlerine ilişkin tutumu, uluslararası düzeydeki Almanya algısını gelecek on yıllarda ciddi derecede şekillendirecektir. Bu nedenle, Federal Şansölye Merkel’in sözünün yerine getirilmesi Almanya’nın yararınadır. Bu vesileyle eleştirel ve araştırmacı yaklaşımlarıyla NSU cinayetlerinin farklı boyutlarının gün yüzüne çıkarılmasına katkıda bulunan gazetecilere, inisiyatiflere ve ilgili araştırma komisyonlarında görev almış siyasetçilere şükranlarımı sunuyorum.

Gazete kupürü için lütfen tıklayınız.

REPLIK AUF DEN OFFENEN BRIEF VON BUNDESAUSSENMINISTER SIGMAR GABRIEL

Lieber Sigmar Gabriel,

adäquat wäre es gewesen, in beiden Sprachen in einer türkischen Zeitung zu antworten, aber lassen wir diese Spitzfindigkeiten.

Es ist geradezu anrührend, aber auch entlarvend, dass sich der deutsche Außenminister in türkischer Sprache an seine „Mit“-Bürger in Deutschland wendet, um im türkisch-deutschen Beziehungsgeflecht für noch mehr Wirrwarr zu sorgen. Anrührend, weil er es trotz jahrzehntelanger Ermahnungen an uns, gefälligst Deutsch zu lernen, in türkischer Sprache macht, noch dazu im türkenfernsten auflagenstärksten Schmierblatt der Republik, der Bild. Entlarvend, weil die wortreich ausgeschmückte Ankündigung einer härteren Gangart gegenüber der Türkei dem „Osman“-Normalbürger wohl erklärt werden muss, weil man selbige im Umgang mit Parade-Demokratien wie Ägypten, Saudi-Arabien und Afghanistan nicht für notwendig erachtet.

Entlarvend aber auch, weil Sigmar Gabriel sich nicht nur im Namen der deutschen Bundesregierung an die in Deutschland lebenden Türken richtet, sondern darüberhinaus auch als oberster türkischer Strafverfolger, der quasi schon per nationaler Zugehörigkeit entscheiden kann, ob jemand schuldig ist oder nicht. Freundlich im Ton, erklärt er Deutsch-Türken, wie er der türkischen Regierung und der Justiz wie selbstverständlich jegliche Kompetenz abspricht. Mit der Selbstgefälligkeit eines Kolonial-Gouverneurs werden ungeheuerliche Vorwürfe aneinandergereiht in der Hoffnung, dass hierfür Verständnis aufgebracht wird, weil es ja immerhin Deutschland ist, das als „lupenreiner“ Gralshüter europäischer Werte, selbige gegenüber der Türkei erhebt.

Völlig ausgeblendet bleibt, dass in der gleichen Zeitung beinahe täglich gegen die Türkei und die in Deutschland lebenden Türken polemisiert wird, um das böse Wort „Hetze“ nicht zu gebrauchen. Die augenblickliche gesellschaftliche Stimmung verdeutlicht eindrucksvoll den Erfolg dieser Art von Berichterstattung.

Dass sich das geistige Niveau des Briefes erstaunlich schnell auf dem der Zeitung einpendelt, zeigt sich mit der unverhohlen formulierten Drohung, wirtschaftliche Hilfen und Bürgschaften für die Türkei zu stoppen, ohne die Größenordnung zu beziffern. Nur so kann man den Eindruck eines kranken Mannes, der am Tropf Deutschlands hängt, aufrecht erhalten, wohlwissend, dass sich die Bundesrepublik mit der Einstellung von sogenannten Wirtschaftshilfen und Hermesbürgschaften ins eigene Fleisch schneiden würde, weil man so die Investitionen deutscher Unternehmen in der Türkei nachhaltig gefährden würde. Spitzenfunktionäre der deutschen Wirtschaft haben im Übrigen schon begonnen, diesem „Wirtschafts-Harakiri“ zuvor zu kommen. Auch fällt es einem normaldenkenden Menschen schwer, die ausgesprochene Defacto-Reisewarnung des Außenministers nachzuvollziehen, da man ja bis vor kurzem selbst Afghanistan für eine sicheres Land hielt und Millionen von deutschen Touristen bestätigen können, dass es in der Türkei anders zugeht als in Kabul oder Masar-e Sharif.

Man kann es mögen oder nicht, aber das bilaterale Getöse gehört wohl zu den „Nebenwirkungen“ des Wahlkampfes, der sich in Deutschland in der heißen Phase befindet. Ähnlich wie in Holland, versucht wohl diesmal die deutsche Sozialdemokratie mit „Türkeibashing“ die Stimmung in Deutschland zu ihren Gunsten zu kippen. Komisch nur, dass alle anderen Parteien dieses Instrument auch schon entdeckt haben und somit der Erfolg zweifelhaft bleibt.

Nicht nur, dass es mit dem NSU-Vertuschungskomplex, den zahllosen Angriffen auf Moscheen und Flüchtlingsheimen, der rechten Hetze gegen Migranten und Flüchtlinge, der Kriminalisierung von islamischen Religionsgemeinschaften, dem verbreiteten institutionellen Rassismus, der Ignoranz gegenüber türkischen Sicherheitsinteressen oder der offensichtlichen Tatenlosigkeit gegenüber Terrororganisationen, eine Vielzahl von gewichtigen Themen gegeben hätte, mit denen man sich an die türkeistämmige Bevölkerung hätte richten können, setzt man mit der neuen deutschen Außenpolitik über deutsche Zeitungen, offensichtlich aus wahltaktischem Kalkül, eine jahrhundertealte Freundschaft und das Wohl von untrennbar miteinander verwobenen Völkern aufs Spiel.

Irgendwann nach den Wahlen wird sich der Rauch dieser politischen Nebelkerzen lichten und alle Akteure werden sich wieder in die Augen schauen müssen. Allein schon aus den Notwendigkeiten internationaler Politik werden beide Seiten auch wieder miteinander kommunizieren. Ob die gesellschaftlichen Wunden ähnlich schnell verheilen, steht dahin. Das wird wieder eine Herausforderung für diejenigen sein, die, auch in diesen Tagen, nicht aufgegeben haben, sich unermüdlich für die türkisch-deutsche Freundschaft einzusetzen.

Ihr

Krizler ve fırsatlar arasında Türkiye-AB ilişkileri [Star Açık Görüş]

Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasındaki ilişkiler paradoksal olarak şimdiye dek hem bu kadar yakın, hem de aynı zaman-da bu kadar olumsuz bir seyir içine girmemişti. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin (AKPM) Türkiye’yi 13 yıl sonra tekrar ‘denetim sürecine’ alma kararı, içinde bulunduğumuz süreci yeni bir boyuta taşıdı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Avrupa kurumlarının tutumlarına baktığımızda bu karar çok da sürpriz bir gelişme değil aslında. Avrupa, OHAL kararlarına ilişkin eleştirilerini gündeme getirerek beklentileri sürekli ifade ediyordu. Bunun üzerine Anayasa değişikliği halk oylamasına ilişkin baskı mekanizmaları devreye girdi. Avrupa Konseyi’ne (AK) bağlı Venedik Komisyonu, Anayasa değişikliği paketine yönelik malum değerlendirmeyi yayınladı. AGİT ile Avrupa Konseyi’nin 16 Nisan halk oylamasına ilişkin sözde tarafsız ve adil raporuysa Türkiye’deki tarihi oylamanın meşruiyetini tartışmaya açmayı amaçladı. Bu sürecin son adımı olarak Haziran 2016’dan beri masada olan ‘denetim sürecine’ alma kararı gündeme geldi. Böylece Türkiye 2004 yılında çıktığı ve neticesinde AB ile müzakerelerin kapısını aralayan denetim sürecine “demokratikleşme yönünde umut vermediği” gerekçesiyle tekrar girmiş oldu. Gelinen bu nokta, fırsatlar ve krizler arasında sürekli gel git yaşayan Türkiye-AB ilişkileri hakkında tekrar düşünmeyi gerekli kılıyor.

Yazının tamamını okumak için lütfen tıklayınız.

Yazının kupürü için lütfen tıklayınız.

Bu rekor, yurtdışı Türklerin anavatana olan duyarlılığını gösteriyor

Tam 57 ülkeden yurtdışında yaşayan toplam 1.400.046 vatandaşımız 27 Mart-9 Nisan tarihleri arasında gerçekleşen halk oylamasında oyunu kullandı. 1 Kasım Milletvekili Seçimlerine kıyasla dış temsilciliklerdeki katılımda yüzde %14,33 artış olmuş, toplam seçmenin yaklaşık yüzde 47’si sandığa gitmiştir. Oy kullanma yerine onlarca hatta bazı bölgelerde yüzlerce kilometre uzakta bulunan seçmenlerimiz büyük bir fedakârlık örneği göstermişlerdir. Yurtdışı seçmenlerin istediği yerlerde oylarını kullanabilmelerine ilişkin yapılan düzenleme yoğun katılımda önemli bir etken olmuştur. Yurtdışındaki tüm seçmenleri yürekten kutluyor, Türkiye’mizin geleceğine ortak oldukları için her birini tebrik ediyorum. Rekor katılım, yurt dışındaki seçmenlerimizin anavatana olan duyarlılığını gösteriyor.

Yazının tamamı için lütfen tıklayınız.

Kupür için lütfen tıklayınız.

Nefret diline karşı çıkışta tutarlılık testimiz [Yenişafak]

Batı Avrupa’da yaşayan 20 milyondan fazla Müslüman’a, “Ya bizim gibi olun, ya da buradan defolun!” diyenlerden bizi ayıracak olan kendi medeniyetimizin bize hatırlatacağı kapsayıcılık olacaktır.

Tam 40 yıl boyunca Almanya’da azınlık olarak yaşadım. Bir Müslüman olarak İslam’ın ve Müslümanların potansiyel tehdit olarak görüldüğü, farklılıkların eritilmesi gereken tehlikeli görünümler olarak algılandığı bir toplumsal dilin ne kadar acıtıcı, ne kadar yorucu olduğunu yakından biliyorum. Ötekileştiren bir dil üzerinden kurgulanan kimliklerin, azınlıkların sırtına basarak kimlik bulma çabalarının toplumsal barış açısından ne denli ürkütücü bir tablo oluşturduğunu da…

25 yıl Avrupa’da Müslümanlara yöneltilen kin ve nefretle mücadele ettim. Bu mücadelenin yöneltildiği ana odak noktası “kendisi gibi olmayana öfke kusan zihniyet” idi. Bu mücadele kendi tasavvurlarına göre daha üstün bir kültürü, daha üstün bir kimliği ve daha üstün bir ahlakı öfkeyle dayatan, “üniform” bir toplum hayalinin aslında kabus olacağını fark edemeyecek kadar tek tipliliği benimsemiş olan kesime yönelikti.

Yazının tamamını okumak için tıklayın

Yenişafak Küpür

Türkiye Gazetesi Küpür

Post Gazetesi Küpür