Şaibesiz bir şekilde ve halkın oylarıyla seçilmiş meşru belediye başkanlarının yerine hiç bir demokratik ve hukuki meşruiyeti olmayan bürokratların her seferinde kayyım sıfatıyla atanması ve bunun adet haline getirilip kanıksanması, sadece Van halkına değil tüm Türkiye’ye açıkça kötülük etmektir.

Demokrasilerde halkı kimin yöneteceği sadece seçimle belirlenir.

Hukuk devleti kurallarının işletildiği bir ortamda suç işlediği mahkeme kararı ile kesinleşmiş belediye başkanı yerine ancak belediye meclisi içinden seçim yapılarak yeni başkan ya da vekili belirlenmelidir.

Bu ilkesel duruştan hareketle, daha önceki sorumsuz örnekler tekrar edilerek, Van Belediye Başkanlığına da kayyım atanmasını kınıyorum. Bu açıkça yanlış ve sorunlu bir uygulamadır.

Van Belediye Başkanı’nın geçmiş yıllarda PKK ile ilgili olarak sarf ettiği ifadeler elbette çok çirkindir ve aşikâr şekilde yanlıştır, hiçbir durumda tasvip edilemez, masum da gösterilemez. Bunun ötesinde ‘PKK tükürüğüyle boğar‘ sözlerini sarf eden bir kişinin aday gösterilmesi de bir o kadar yanlış ve provoke edici bir tutumdur. Bu dilin ve tutumun demokratik hukuk devleti bilincinden çok uzak olduğu ve karşı çıkılması gerektiği de kabul edilmesi gereken bir zorunluluktur.

Öte yandan yakın tarihimiz boyunca her seferinde kapatılıp farklı isimlerle ortaya çıkan, bugün de DEM Parti olarak siyasi hayatta aktif olarak var olan ve milyonlarca vatandaşımızdan da oy alan bu siyasi hareketin, PKK terör örgütünün de beslendiği sosyolojiden tam olarak ayrıştırılamayacağı gerçeğini görmek, kabul etmek ve bunun üzerine silahın ve şiddetin olmadığı bir yol ve çözümü de hep birlikte geliştirmek zorundayız.

Kürt meselesi aslında daha ziyade bir Türk meselesidir, tarihi travmaların ve endişelerin neticesinde yaşanan ve yaşatılan acıların düğümüdür.

Ulusal birlik için zorunlu olduğunu düşündüğüm resmi ve ortak dil olarak Türkçe’nin zemini üzerine Kürtçe ve farklı dillerin de eğitim hayatında var olabildiği, anadil eğitiminin resmi okullarda da sunulduğu, yaygın ve yapısal olan ayrımcı tutumların sonlandırıldığı, Kürt kimliğinin ve Kürtçe’nin saygınlığının sağlandığı, eşit vatandaşlığın tesis edildiği bir istikamet, Türkiye için zorunlu olmanın da ötesinde aşılması gereken bir adalet ve temsil sorunudur.

Sürekli dış güçler, yabancıların oyunları vs masallarına sığınmak ve hatta kafayı kuma gömerek onlara zemin sunmak, çocukça bir yaklaşımla mütemadiyen başkalarını suçlamak yerine, sorunlarımızı idrak ve basiretle anlamalı, onlarla yüzleşmeli ve samimiyetle, saygı çerçevesi içinde meselelerimizi çözmeliyiz.

Geçmişte iyi niyetle başlatılan barış sürecinde iktidarı linç eden ve teröre yardımla itham edenlerin ve hatta meydanlarda yağlı urgan sallayanların bugün Abdullah Öcalan’ı Meclis’e davet etmesine bakıp tüm kesimler gereken dersi çıkarmalıdır. Tüm dışlamalara rağmen demokratik zeminde siyaset yapmak için direnen Kürt siyasi hareketini daha fazla marjinalleştirmeye çalışmak yerine siyaseti silahın gölgesinden nasıl kurtarabileceğimizi ve demokratik olgunluğa nasıl katkı sağlayabileceğimizi düşünmemiz gerekir.
İktidarıyla muhalefetiyle herkesin birbirini terörist ve hain olarak yaftalamasının ülkeyi ne hale getirdiği ortada değil mi?

Türkiye bu akıl tutulmasını artık daha fazla kaldırabilecek durumda değil.

Connect with Me: